28 Ekim 2016 Cuma

Hatırlanmayan Zamanlardan XV: Nefes

nefes aldıkça dikişleri açılıyormuş gibi kalbimin.

---

ne olursa olsun, sonsuza kadar bizim olan şeyler var. hatırlamadığımız zamanlardan, hatırlamadığımız zamanlarda bile.

saçlarımdaki ilk beyazı hatırlıyorum. ikinciyi de.. üç ile dört ve beş, altı, yedi birlikte belirmişlerdi. her birinin nedenini biliyorum. neyse ki sayamayacağım kadar çoğalıp beni canlı bir bellekten kurtardılar.
bu bir nimettir.

dünya hemen her an, çoğunlukla böyle yürüyor.

hatırlamamak istediğim bir şey yok.

---

insanlar çoğunlukla, alelâde bir şekilde, âdeten, cevabına ilgisiz bir şekilde, nasılsınız, diye soruyorlar. fakat geçen muhterem bir zat, "Ne olacak, her şey olacağına varıyor" diye cevap verdi. soran bile sorusuna bu kadar kıymet vermemiştir. çünkü bu aslında gerçekten hayata kıymet vermekten başka bir şey değil. böyle insanlara baktığınızda, her an hâllerinin ve istikametlerinin farkında olduklarını ve ikram edildiği ölçüde zamanın yularını ellerinde tuttuklarını görebilirsiniz.

insan ancak fani olandan daha kıymetli bir şey bulduğunda zamanla başa çıkabiliyor. maneviyata düşkünlük eşyaya hükmetmeyi sağlıyor. zaten maneviyata verilen kıymet raddesinde zaman da eşyalaşıyor.

---

bir gülüş, bakış, azap, üzüntü en başından beri onları ait kıldığımız eşya ve fani bedenden ayrılar. 

mahallede bir kız vardı. rüzgârı da güneşi de kendinden. fesleğen gibiydi, dokundukça nefes almayı öğrenirdin.

ama kimse diyemez ki şimdi ne mahalle, ne rüzgâr, ne de fesleğen. hiçbirimiz bir daha nefes almayı unutmadığımıza göre hem de.

---

Allah'la arana giren şeye dünya denir. dünya öyle bir şeydir ki; sadece Allah'la değil, kendinle, kendisiyle de arana girer. dolayısıyla dünyaya kıymet verip dünyayı elde etmek imkânsızdır.

---

emsalsiz duygunun esması da olmuyor. bir hâl üzere olan, kalbî bir hakikât.

---

nefes, 
kulaktan girer beyne giderse söz olur; 
kulaktan girip kalpten geçerse mânâ olur; 
kalpte kalır sır olur.

sır kıymetlidir.

25 Eylül 2016 Pazar

Hatırlanmayan Zamanlardan XIV

İltifatın hakikate en yakın olanı sır gibi saklanınıdır.
Sevmenin de…
Ölmenin de…

Radyoda ikinci defa Kapın Her Çalındıkça çalıyordu. Bir şarkıya ikinci defa denk gelecek kadar uzun süredir radyo dinliyorsanız bunun bir anlamı vardır. Kaldı ki bir şarkıyı sevince beş yüz defa arka arkaya dinleyenlerden olmadım hiç. Sevmek özen gerektirir. Belirli kuralları yoktur tabi ki ve olmaması sevmeyi özel kılar ancak özen kelimesinin de zarif bir anlamı vardır, hem sevgi için hem sevgi içinde… 

Özen her şeyden evvel susmayı gerektirir. Çünkü çoğunlukla, ‘seni seviyorum’ demek; söylenebilecek binlerce güzel cümleden ve dokunulacak paha biçilmez bir sevinçten vazgeçmek demektir. 

“Beş dakika sonra yoldan alırsın :*” yazmıştın o gün. Cevap atmamıştım. Yazarak vakit kaybetmek yerine beş dakika olmadan yanına varmak daha anlamlı gelmişti. Sevmekten anladığın bir şeyler vardır. Fakat bir gün hiç bilmediği bir şekilde sevilebilir insan… 

İltifatın hakikate yakın bir tarafı vardır.
Sevmenin de...
Ölmenin de...

3 Aralık 2015 Perşembe

Ayraç V: Güngezgini, Fabio Moon & Gabriel Ba.




İki sene evvel bir kadından hoşlanıyordum. Son derece alımlı, entelektüel, samimi ve güzel gülen, güzel bakan bir kadındı. Çizgi romanları çok, tiyatroyu az severdi. Bir keresinde, bir cumartesi günüydü, kıştı, hava baya soğuktu, Muhsin Ertuğrul'da Cabaret'yi seyretmiştik, sonra da Vali Konağı Caddesi'ndeki Caffe Nero'nun alt bahçesinde oturmuş kahve içip kurabiye yiyorduk. Çizgi romana karşı mesafeli olduğumu söylediğimde, "Gerçekten mi? Ben bayılırım. Açıkçası senin sevmemene de çok şaşırdım" demişti.

İki sene evveline kadar çizgi romanlara mesafeli duran bir insandım. Oysaki en büyük kahramanlarımdan biri çizer öbürü de çizgiydi. Bu durumun sebebi, benim her zaman gerçeklikten yana olmam. Şöyle açıklayayım; benim için tek bir süper kahraman vardır o da Batman'dir. Az önce bahsettiğim kahramanım, yani çizgi olan. Çünkü Batman'in ne bir süpergücü vardır, ne mutasyona uğramıştır, ne örümcek ısırmıştır ne de başka bir gezegendendir. Batman'in baş etmeye çalıştığı zorluklar da hemen her gün hepimizin karşılaştığı, bu dünyanın olgularıdır. Batman sadece zeka ve teknolojiyi kullanır. Velhasılı, Marvel karakterlerinin gerçek dünyaya olan uzaklıkları benim de çizgi romana mesafeli oluşuma neden olmuştu. Gerçi onlara hâlâ mesafeliyim.

İki sene evvel o akşam, ben hiçbir şey söylemeden, çizgi romanın neden bana sevimsiz geldiğini tahmin etti: "Bence sen daha çok hayatın içindeki hikâyeleri seviyorsun" dedi. Bildi. Bunu söylerkenki hâli henüz hatırımda. Çünkü o sırada tüm kalbimle, soğuktan pembeleşmiş yanaklarına ve soğuğa rağmen hiç üşümeyen gülüşüne bırakmıştım kendimi. Kur'an-ı Kerim'de (64:4)"Allah kalplerde olanı bilir" der. Yani, "kalbinde duyduğun, anlayamadığın, anlasan da izah edemediğin bir şey varsa bile, Allah onu biliyor, sen üzülme" demek. Çünkü mucizeler böyledir. Bir de teni öyle beyazdı ki, görseniz, beyaz renk için başka bir isim arardınız.

İki sene evvel o akşamın ertesi günü Beşiktaş'ta bir arkadaşımla buluştuk. Bir iki lokma bir şey yedik, birer çay içtik derken, "Bende senin için bir şey var" dedi. Allah gerçekten kalplerde olanı biliyor. Çantasından bir çizgi roman çıkardı. Yukarıda görselini paylaştığım Daytripper'ı. Bir önceki konuşmamızda zamana kafayı taktığımı, her işi, bir saniye boşa gitmeyecek şekilde iğne oyası gibi dizdiğimi, uyku uyuyamadığımı, bugünkü hayatımın oluşum haritası ve kararlarımın dokunduğu uçları düşünmekten kendimi alamadığımı falan anlatmıştım. O da sağ olsun, bu kitabı alarak her şeyi daha da berbat etti.


Daytripper ile buluşma hikâyem böyle. Bir çizgi romanın hayatımı böylesine derinden etkileyeceğini asla düşünmezdim. İnsanın kitap okumayı sevmesi için ilk kitap çok önemlidir. Daytripper da benim için en doğru kitaptı. Çünkü henüz çaylak bir okuyucu olduğum için benim ilgimi çeken şey daha çok hikâyeydi. Sözcüklerle yapılan sanattı. Daytripper ya da Cenk Könül'ün yaptığı şahane çeviri ile edebiyatımıza kazandırdığı ismiyle Güngezgini, hikâye ile çizginin muhteşem bir ahenk, birbirini gölgede bırakmayan bir muvazene içerisinde hazırlanmış bir eser. Brezilyalı çizerler Fabio Moon ve Gabriel Ba'nın ikiz kardeş olmaları da olaya tuhaf bir kutsallık katıyor. Ayrıca edebi açıdan son derece temiz ve incelikli bir dile sahipler. Çarpıcı, samimi ve yürek burkucu bir hikâye.


Hikâye hakkında çok kısa bilgi vermek gerekirse, ana karakter Brezilyalı genç bir adam olan Bras, hayatını gazetede ölüm ilanları yazarak kazanmaktadır. Ünlü bir yazarın oğlu olan Bras'ın en büyük isteği de yazar olmaktır. On bölümden oluşan serinin ilk bölümünün sonunda Bras hayata veda eder. Fakat sonraki bölümlerin her birinde Bras'ın farklı yaşlardaki hâllerini, farklı tercihlerinin yol açtığı farklı kaderleri ve farklı ölüm şekillerini görürüz.


Hikâye boyunca çok çarpıcı, yürek burkucu cümleler yer alıyor.

"Kapısının önünden geçerken daktilosundan havaya yayılan sesi duyardım, benim için bir müzik gibiydi, her seferinde..."



"Hayat anlaşılması zor şeylerle doludur. Daha zor olanı ise onları kelimelere dökmektir."


Çizgi roman, Batman'i de basan DC Comics'in alt yayınevi olan Vertigo tarafından neşredildi. Ciltli nüshası da mevcut. Hatta son olarak "Deluxe Edition" şeklinde ilk nüshalarda olmayan çizimlerin yer aldığı yeni bir nüsha da raflarda okurlarını bekliyor.

Çizgi roman okumaya başlamak için doğru nokta.

Aralık, 2015. / Bodrum.



14 Kasım 2015 Cumartesi

ikinci kitap çalışma


ilk kitabım henüz yayınlanmasa da ikincisi için bir şeyler yapıyorum. Puerto Alegre Azizleri adlı öyküden bir bölüm alıntılayacağım, sonda da bir sürpriz var. 
bir bakınız.

---

Telefonum çaldığında henüz odama yeni girmiştim. Keyfim yerindeydi. Melisa var. Şirketin kiralama departmanında. Ay parçası gibi bir kız. Onunla karşılaştık binanın girişinde. Kapının hemen yanındaki küllüğün başında durmuş sigara içiyordu. Rutin yoğunluğun içine dalmadan önce son çıkış bu. Plazanın ana girişindeki güvenlik kontrolünden geçerken gördü beni, gülümsedi. Aksi gibi bir şeyler ötüp durdu x-ray cihazından geçerken. Tekrar geçirdiler çantamı. Bir yandan da acele ediyordum Melisa sigarasını bitirmeden yetişeyim diye. Fakat cihaz ötmeye devam ediyordu. El dedektörüyle de denediler, yine yok. Sonunda çantamı açmak zorunda kaldım. Melisa’yla göz göze geldik, ne yapayım der gibi, ellerimi iki yana açıp gülümsedim. O da yine dalgacı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sonunda yatlara yollayacağımız GPS kartlarını çıkarınca çantam manyetiklikten kurtuldu, ben de geçip binanın girişine doğru yürümeye başladım.

Melisa sigarasını bitirmiş beni bekliyordu. Yanına yaklaşınca, gülümsemesini iyice büyütüp, yüzünü ciddiyetten arındırıp “Selim Bey nedir bu tafsilat, çantada silah mı taşıyorsunuz yoksa?” diye sordu. “Sormayın, bir an ben de bir Desert Eagle çıkacak diye endişelenmedim değil.” Gülüştük. Şakama karşılık verdi, “50 kalibreliklerden değil mi? Şu Action Express’lerden?” Yüzüme hafif bir şaşkınlık yayılmış olmalı ki kısa bir kahkaha attı, “Hadi geçelim içeri” dedi. Asansör sırası beklerken biraz daha sohbet ettik. Yine neşeyle. Ne dediğini anlamaksızın, bir şeyler anlatırken maharetle kullandığı o ince kemikli beyaz ellerinin, uzun, zarif ve gri tırnak boyalı parmaklarının, omuzlarına dökülmüş bukleli, sarı saçlarının, parmaklarını saçlarının arasına daldırıp düzeltişinin, bugüne kadar hiç görmediğim koyulukta, Fas Mavisi rengindenki gözlerinin neşeyle parıldayışının, o yumuşacık sesinin kulağımdan kalbime doluşunun büyüsüne kapılmıştım. Asansöre bindikten sonra pek konuşmadık, fakat ikimiz de gülümsemeye devam ediyorduk.

Melisa on beşinci katta indi. İnerken sağ eliyle sol koluma hafifçe dokunup, alçak sesle “Kolay gelsin” dedi. Gözlerimle teşekkür ettim. Ben de iki kat yukarıda indim. İner inmez Savaş ile karşılaştık, operasyon departmanında birlikte çalışıyoruz. “Oğlum nerdesin, üç tane mail gelmiş Tauriel’den. Manevra ünitelerinin hidroliğinde bir sorundan bahsediyor. Bir bakıver acil, yatın kaptanı bir de telefonla aramış. Önemli bir şey herhalde.” O kadar keyfim yerindeydi ki “Sen hiç sıkma canını ben bakarım şimdi” dedim. Fakat böyle durumlarda genelde ortamı rahatlatmak adına sakinliğimi korumayı tercih ettiğim için Savaş farkı pek anlamadı. O farketmedi ama Gülser fark etti fazladan, farklı bir neşeyle konuştuğumu. Gülümsememe eşlik ederek “Günaydın Selim Bey. Tauriel Yatı’ndan üç mail…”
“Dur şimdi dur… Sen bize iki türk kahvesi söyle. Sonra bakarız.”

Gülser asistanım. Bir ay oluyor başlayalı. Görüşmeye geldiğinde iki lafı bir araya getirememişti. Biraz da bu yüzden aldım onu. Başkasının yanında muhtemelen çok hırpalanırdı. Ben de çok iyi bir insan olduğumdan değil tabi ki, kurumsal yapıların ruhsuzluğuna direnmek istediğimden. Profesyonel yaşama kesinlikle uygun biri değilim. Fakat bu durum benim başarılı olmamı bir türlü engelleyemedi. Tam tersi başarımı birlikte çalıştığım insanlarla can ciğer kuzu sarması şeklindeki ilişkime borçluyum. Bu ilişkiyi suistimal etmeyecek iyi insanları da hayatımın her döneminde bir şekilde buldum. Bunu nasıl yaptığım konusunda ise hiçbir fikrim yok.

Gülser 97 doğumlu. Onsekiz yaşını yeni doldurmuş. Daha önce iş tecrübesi yok fakat pırıl pırıl, hevesli bir genç kız. Kendini yaptığı işe adıyor. O bir ağırlama uzmanı aslında. Sadece farkında değil. Bir aydır her sabah bana günlük planım ile ilgili bir sunum yapmak istiyor ama hep bir yerinde takılıyor. Ben de sabırla başaracağı günü bekliyorum. Bugün bahsettiğim sebeplerden ötürü fazla neşeli olduğum için biraz şımarıp sözünü kesince, “Ama… Çok hazırlanmıştım Selim Bey…” dedi mahcup bir ifadeyle. O öyle deyince durdum “Hadi söyle bakalım” dedim. Derin bir nefes aldı, sonra da bir çırpıda “Tauriel Yatı’ndan üç mail gelmiş, bir de yatın kaptanı aradı az önce. Öğleden önce sadece refit için teklif veren tersanelerden biriyle görüşmeniz var. Öğleden sonra herhangi bir şey yok” dedi.
“Oooo Gülser Hanım, baya iyi.”
Neşelendi. “Teşekkür ederim efendim. Bugün siz de çok iyisiniz.”
Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlığımı ele vererek gülümsedim. Fakat mahcup oldu. “Kusura bakmayın” dedi. Onun bu saf, bu tertemiz hâli neşeme neşe kattı. “Hadi,” dedim, “Birer kahve alıp gel de şu Tauriel’in operasyon planını yazalım.”

Amerikalı bir denizcilik şirketinin Alsancak’ta bulunan ofisinde çalışıyorum. Şirketin sahibi olduğu sekiz parçalık lüks motor yat filosu ile müşterilerin isteklerine göre dünyanın her yerine seyahat düzenliyoruz. Melisa yüksek profilli müşterileri bulan kişi, ben de onun bulduğu müşterilerin yüksek standardda ağırlanmasını sağlıyorum. 2005 yılında Yıldız’dan mezun olduğumda bu işi yapacağımı hiç düşünmemiştim. Zaten aradan geçen on yılda yaşadığım şeylerin hiçbiri tahmin edilecek şeyler değildi.

Bir insanın hayatında, ruh hâlini, çoğunlukla kendisi de dâhil kimse farketmeden, apaçık ortaya seren cümleler vardır.

Mesela Zeynel var bizim, “Şahane hayatın var!” diye takılır insanlara. Ne kadar iyi durumda olduklarının farkına varsınlar, şükretsinler ister. Birilerinin onların hayatına imrendiklerini, aslında ellerinde kimseninkine benzemeyen bir şey olduğunu anlasınlar ister. Çünkü bilirsiniz. Kimsenin acısı, sevinci, özlemi, özgürlüğü kimseninkine benzemez.

Mahir var bir de. O da “Oğlum dünya lan bu. Burası bu kadar işte!” der. Hayatımda tanıdığım en mütevazı, takva ve tevekkül sahibi insandır. Bir de insanları çok sever. Ruhları yorulmasın ister. Çünkü bilirsiniz, insan sahip oldukça yalnızlaşır ve böyle bir yalnızlığın yorgunluğu asla dinmez.
Ben de teşbih-i beliğ olarak “Üff saat gibi Allah çarpsın!” derim. Çünkü bilirsiniz, saat zamana bizzat dokunan yegâne eşya olduğu için müthiş bir neşenin ve bilinmezliğin gölgelediği bir bilgelik ve hüzünle çalışır. Muhakkak ki bozulmak çalışan şeylere yakışır ve eşya öylece dururken bile eskir. Buna anlam kazandıransa sözlük ve ansiklopediyle büyüyen bizim nesildir.

Melisa benden birkaç yaş küçük olmalı. Personel departmanından bunu kolaylıkla öğrenebilirim ama bilmemeyi tercih ediyorum. Ben aslında genelde bilmemeyi tercih ederim. Bu bana uzaktan tatlı tatlı izleme imkânı sağlar. Bir şeylerin parçası olmaktan ziyade hiç dokunmadan sevmeyi tercih edenlerdenim.

Çalışmak için bir şeylerden uzaklaşmaya ihtiyaç duymadım hiç. Kendimi bir şeylerden mahrum etmedim. Aynı anda aynı yerde, başka zamanlara başka mekânlara ait şeyleri aynı anda yapmak için çabaladım. Dünyanın çoğunluğu gibi bir şekilde uydurulmuş yaşama sınırlarının kabulüne ortak olmadım. Bu yüzden suç geçmişim oldukça temiz. Bir çok insan olduğundan farklı görünmeye çalışır. İnsanların seveceği, ilgi duyacağı, etkileneceği bir kişilik oluşturup onun gibi yaşar. Bu yüzden kendisini hiç tanıyamadan doldurur ömrünü. İnsanın kendinden bahsetmesi muhakkak ki büyük kabalıktır. Esasen bu kabalık eğer samimiyse, büyük bir cesaret ve nezaket içerir. Çünkü bilirsiniz, insanın en yabancısı olduğu yaratık yine insandır.
Odaya girdiğimde artık alışmış olduğum zihin yoğunluğunun, Melisa’nın ne zaman bir ipucu yakalasam ruhumu tutup silkeleyen ve içimi bebek neşesiyle dolduran yaradılışının etkisi altındaydım. Tüm bunlar tahmin edilebilir şeylerdi. O sırada çok tuhaf bir şey oldu.

..."

kalanını henüz yazıyorum. vallahi, bakın.




9 Ekim 2015 Cuma

Hatırlanmayan Zamanlardan XIII / Asil Nüsha

yakışır insana her şey; kimse bilmediği sürece.

Ayazoğlu Apartmanı’daki dairesinden bir sırt çantası ve bir valizle çıktı. şubattı, ikindi vaktiydi. sokağa adım attığında bunu tam olarak idrak edemedi. çünkü Ankara’da gün başlar, sanki tek bir saniyenin içindeymişçesine devam eder ve ansızın sona ererdi. yolun karşısına geçti. sırtında çantası, elinde valiz, mini eteğinin üzerine inen siyah paltosu, ayağında ince topuklu botları ve boynunda koyu yeşil bir kaşkol ile saçları ince ince örülü, yine siyah bir şal ile alelade örtülü, yüzünde gülümsemesi -kar yağarken hep gülümserdi- aklana paklana yürüdü. Ulus Çarşısı’nın içinden geçti, meydandan aşağı doğru indi. çamurlaşan ve kirlenen yaprakları pür-u pak eden o karın içinde, gülümsemeye devam ederek gara vardı. saat 18.29’du. Buz gibi havayı içine çektikten sonra “Ankara’yı terk etmek için güzel bir gün” dedi içinden. Ankara Garı’nın yüksek tavanının altında yankılandı topuklarının tıkırtısı. gişelerden geçip perona ilerledi. 19.00 treni rayların üzerinde  yerini almıştı. öyle aceleci, öyle sabırsız… adımlarının ritmini hiç bozmadan trene doğru yürüdü. adımını ilk basamağa attığında paltosu yukarıya sıyrıldı. birkaç bakış Derin’e doğru döndü. tam olarak Derin’e değil, tam olarak bacaklarına. gözlerin kendisine döndüğünü fark etti fakat umursamaz tavrını sürdürerek trene geçti. valizini kompartıman aralığına bıraktı. sırt çantasını yanına aldı. orta kompartımanlardan birinin arka yarısında, cam kenarındaki koltuklardan birine geçti. önce paltosunu çıkardı, hafifçe silkeleyip üst rafa yerleştirdi. siyah, kumaş mini eteği ve açık yaka trikosuyla kaldı. koyu yeşil kaşkolunu boynuna doladı, düzeltti. sonra yerine oturup botlarını çıkardı ayağından. siyah külotlu çorabının üzerine koyu yeşil polar çoraplarını geçirdi. çantasını çıkarıp paltosunun yanına yerleştirdi. ardından da yerine oturup, sağ bacağını sol bacağının üstüne attı. eteğini düzeltti. kollarını bağlayıp gözlerini kapadı.

iyiydi. bayadır hem de. yüklerinden kurtulalı beri yaşamaya olan ilgisi iyice artmıştı. Tuna da sonraki ay aniden evlenecekti zaten. Derin o sırada henüz bunu bilmiyordu. ama bilseydi de umursamazdı. vicdan azabından kurtulalı baya oluyordu. kaldı ki Tuna da zaten hiç keşke dememişti. sorun yoktu. arada geçen üç ayda aslında ne kadar yalnız olduğunu fark etti Derin, bir de aslında ne kadar özgür olduğunu. Tuna’dan önceki Derin’i hatırladı. Tuna’dan önceki Derin’i gördüğüne çok sevindi. onu nasıl da özlediğini hissetti. kendine sarıldı. hatırladı. tüm uyuşmuş duyuları yeniden keskinleşti. onların olan şeylerin arasından onun olanları ayırdı, kalanı attı. oh, dedi. ilk gençliğinin sokaklarını arşınladı. daha az uyuyup daha çok yaşamaya karar verdi. hiçbir şeyin insanı üretmek kadar mutlu etmediğini hatırladı. sinemaya gitmeyi severdi. telefonuna indirdiği uygulamalardan biriyle birkaç mini film çekti. sonra senaryolar yazmaya başladı. borca girip taksitle video kamera ve üçayak aldı. birkaç tane film çekmeye çalıştı. bir tanesini tamamladı. Youtube’da bir sayfa açtı kendisine. çektiği mini filmleri oraya yükledi. en az seyredileni dörtbindokyüzküsur kere seyredildi. sonra bir sabah, video kamerasının objektifinden hayata bakarken Ankara’nın rengine daha fazla tahammül edemeyeceğini fark etti. çalıştığı şirketin İstanbul ofisine geçişini talep etti. zaten şirket İstanbul bölgesini güçlendirmek istiyordu. Derin gibi tecrübeli ve yaratıcı bir mimar bu iş için biçilmiş kaftandı. hemen kabul edildi. tam olarak Derin’in İstanbul’a gitmek üzere gara adım attığı andan iki gün önceydi.

gözlerini açtığında İstanbul’daydı. tren o kadar hızlıydı ki bir şehir nasıl geride bırakılır tam olarak anlayamadı Derin. ama daha birkaç saat geçmeden çok önemli bir şeyi fark etmek durumunda kaldı; İstanbul, trenden daha hızlıydı. daha önce Ankara bürosunda birlikte çalıştığı, şimdi İstanbul bürosunda yeniden birlikte çalışacağı arkadaşlarından Bilge’nin yanında kaldı bir hafta kadar. sonra bir daire buldular. Kurtuluş’ta. Harbiye Caddesi’nden iki sokak içeride. Ermeni mahallesinde. iki oda bir salon, bir de salon kadar bir antre. yeni evini çok sevdi Derin, yeni hayatını da… geldiği günün akşamında Asmalımescit’e kutlamaya gittiler arkadaşlarıyla. ertesi gün ‘seni ne kadar özledik bilemezsin’ partisi ayarlayıp için eğlenmeye çıktılar. hafta sonu da ‘hoş geldin partisi’ yapıldı Derin’in yeni evinde. yeni arkadaşları oldu. yeni hayatına çabucak alıştı Derin Keskin.

Pendik garına varıp trenden inişinin üzerinden üç ay geçmişti. haftanın son iş günüydü. bahardı. hava iyiden iyiye ısınmıştı. sabah uyandığında hafif terliydi hatta. pencereyi açıp günışığının içeri dolmasına izin vermiş, ardından dışarı sarkıp bir süre sokağın ucunda akan caddeyi seyretmiş, sonra da kendi kendine gülümseyerek “Sonunda Allah çıtçıtlıbadinin belasını verdi” demişti. lâkin Derin Keskin de birçokları gibi yeni hayatın acemilerindendi.

güzel hava ancak öğleden sonraya kadar sürdü. önce nereden geldiği belli olmayan kara bulutlar süratle gökyüzünü kapladılar. ardından da ahmakıslatan başladı belli belirsiz. Beyoğlu’ndaki ofisin penceresinden zeminin renginin damla damla lekelenmesini seyretti bir süre. tenha sokakta birkaç kişinin umarsızca yürüyüşünü izledi. bu sırada pencereden yansıyan aksine takıldı gözleri. incecik, kayık yaka beyaz bluzunun boğazından görünen çıplaklığa baktı sonra gayrı ihtiyari eli omzuna gitti, gözleri de siyah pileli eteğiyle ince çoraptan bile azad ettiği bacaklarına. içi titredi. “Aferin Derin,” dedi kendi kendine. neyseki kombin olsun diye koyu gri süet botlarını giymişti. en azından ayakları sıcak ve kuru kalacaktı. Bilge elinde iki sade kahveyle geldi o sırada, “Üç çayı!” dedi. iki kadın pencerenin kenarında kahvelerini içip dedikodu yaptılar biraz. bir ara Derin, içindeki bahar havasından eser kalmadığı fark etti. “Böyle oluyormuş herhalde,” dedi içinden, “İstanbul’da zaman günler hâlinde değil mevsimler hâlinde akıyormuş. Tekrar hoş geldim.”

iş çıkışı eve yürürken yağmur iyiden iyiye hızlanmıştı. Divan Oteli’ne vardığında sağanak başlayınca Notre Dame de Sion’un karşısındaki Starbucks’a attı kendini. neyse bir kahve içerim sonra da bir taksiye atlar giderim dedi. kahvenin parasını ödemeye hazırlanırken cüzdanını ofiste unutmuş olduğunu fark etti. kahveyi iptal etmek istedi ama şef burada sık sık gördüğü Derin’in yüzüne aşinaydı “Üşümüşsünüzdür, bizden olsun bu seferlik” dedi. teşekkür etti Derin, bir kahvelik şans verecekti yağmura, sonra da Allah ne verdiyse koşarım artık diyecekti. ‘grande pumpkin spice latte’sini bitirdiğinde yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. “Biraz ıslanmak belki de iyi gelir” dedi. böyle kendini gaza getirmeleri meşhurdu. fırladı sokağa. ama daha Harbiye Orduevi’ne varmadan gözleri meteoroloji mühendislerini ceplerinden çıkaran şemsiyecileri aramaya başladı.  aksi gibi sokakta kimseler yoktu. Yeşim’den ödünç aldığı şalı başına örtmüş omuzlarını kapatmıştı ama şalın da kuru yeri kalmamıştı artık. koşar adım yürümeye devam etti. yağmurun şangırtısı topuk seslerini bastırıyordu. kulağında müthiş bir uğultu vardı. etraf bir sis perdesiyle kaplanmıştı. arabalar sıkışan trafiğin içinde ilerlemeye çalışıyorlar, rengarenk şemsiyeler ileri geri, sağa sola koşuşturuyorlardı. yol hiç olmadığı kadar uzun geldi bu sefer. çok güvendiği botları da suyla doldu. Vali Konağı Caddesi’yle Rumeli Caddesi’nin kesiştiği dört yol ağzına geldiğinde sıçan gibi olmuştu. iki hafta önce örgüleri çözüldüğünde neredeyse beline gelen saçlarını -hem de kısacık- kestirdiği için çok üzülmüştü. ama şimdi kulaklarının biraz altında olan yeni saç modeli onu olduğundan daha iyi gösteriyordu.

Rumeli Caddesi’ni geçip Vali Konağı’nda yürümeye devam etti. çok üşüyordu. yolun sağındaki Altın Eczanesi’nin tentesinin altına sığındı. cebinden sigarasını çıkarırken vitrindeki reklamlara takıldı gözü. yaşlı bir amca elinde mavi haplarla dolu bir kutu ve kocaman bir gülümsemeyle poz vermişti. mavi kutuyu görmesen, torununa falan gülümsüyor sanırdın. fakat mevzu başkaydı. hemen yanında da elinde içi boş bir bebek arabasıyla dişleri sapsarı bir kadın ciğerleri çürümüş hâlde resmedilmişti. paketten ucu ıslanmış bir sigara çekti. ıslak kısmı kopardı. sonra da mütemadiyen kan kırmızı ruj sürdüğü dudaklarının arasına sıkıştırıp kibriti çaktı. “Allah belanızı versin,” dedi içinden, “Sigara da içeceğim, çocuk da doğuracağım…” ıslak şalı yeniden başının üzerine örterken gözlerini yerden kaldırıp aşağı doğru uzayan trafiğe baktı. tam o sırada Harley Davidson marka bir motor tüm gürültüsüyle gelip karşı kaldırımın önünde yavaşladı, sokaktan içeri döndü ve diğer motorların yanında durdu. üzerinde siyah deri ceket, koyu mavi dar kesim bir kot ve paçalarını içine soktuğu o çizmeye çeyrek kala, bağcık aldatmacalı, siyah renk botlar olan gençten bir adam Harley’in ayağını indirdi, anahtarı kontaktan çıkarıp yandaki kilitli çantaya taktı. çantanın yay mekanizmalı kapağı kilitten kurtulup açıldı. Derin gözünü kırpmadan adamın hareketlerini izliyordu. tıpkı son bir saattir yağmurla savaşan kendisi gibi, iyice yükselen adrenalini de yorgun kaslarında biriken laktik asit ile mücadele ediyor ve belki bu dengesizlikten ötürü hafiften de başı dönüyordu. ama ne olduysa motordan inen adam başından kaskını çıkardığı sırada oldu. iki günlük sakalı elmacık kemiklerinin altında bir derinlik oluşturmuş ve yüzünü olduğundan kemikli göstermiş, yine bu derinliğin oluşturduğu sivrilik ise üç numara saçları sayesinde kaybolmuştu. normalde olsa o an ruh hâli hangisine yakınsa “Oha! Analar ne evlatlar doğuruyor!” yahut “Hiç adil değilmiş…” tepkilerinden birini seçip laf atardı. fakat o sırada içi ikisini de ezip geçen başka bir hisle dolmuştu. Mehmet çantayı kilitleyip, yavaş adımlarla, iyice ıslanarak, Derin’in hemen karşısındaki apartmana doğru yürürken genç kadın bu adamı nereden tanıdığını düşünüyordu.  birden yolun karşısındaki genç kadına baktı Mehmet. tam yüzünü çevirecekti ki tekrar baktı. Mehmet de Derin’i bir yerden hatırlamıştı. ancak emin olamadı. zihnini sadece güzelliğiyle meşgul edip apartmana yöneldi. oysa Derin emindi. tanıdığına yemin edebilirdi. ancak nereden tanışıyor olduklarını bir türlü hatırlayamıyordu. asla da hatırlayamayacaktı. o kasım akşamı, Ankara soğunun içinden, öyle sıcak bakmıştı ki Derin’in gözlerine, genç kadının üzerindeki yüzeyi donmuş toprağın altına bir tohum gömülmüştü sanki. çünkü Derin de Mehmet’in gözlerine yine o kasım akşamı, bir şey anlatmak, anlatacak neyi varsa anlatmak ister gibi, bilemediği her şeyin cevabını bulmuş gibi, Mehmet’in içini apaçık görmüş gibi bakmıştı. fakat hatırlamıyordu. o yüzden de neden böyle tanıdık hissettiğini anlamlandıramıyordu. fakat içinde sanki bir şeylerin filizlendiğini duyumsuyordu. 

olurdu bazen böyle şeyler. normaldi. hatırlanmayan zamanlardan ötürü, hatırlanmayan zamanlardan beri.

aklında Mehmet’i nereden tanıdığı sorusuyla, tıpkı Mehmet gibi ağır adımlarla yürüdü yolun geri kalanını. yüz metre ileriden sağa döndü. Amerikan Hastanesi’ne giden sokağı geçer geçmez sağdaki apartmanlardan birine girdi. soyundu. sıcak duşun altına girdi. kemikleri iyice ısınınca durulanıp çıktı. saçlarını çabucak kurutup üzerine bol bi kazak geçirdi. pencerenin hemen önündeki çalışma masasına oturdu. o küçük sarı, bir yanı yapışkanlı kağıtlardan birine “Oha! Hiç adil değilmiş…” yazdı.

Ekim, 2015. / Bodrum.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Mehmet Kırımlı Hakkında Bazı Şeyler VII

Hulusi Nihat Gencer
İzmir
Mehmet Atatürk Lisesi'ni kazandığında ben halihazırda iki yıldır okul müdürüydüm. İzmir'e dışarıdan çok öğrenci gelir. Fakat en az hangi şehirlerden talebe alırız diye sorarsanız İstanbul bir, Ankara ikidir. Orada da iyi liseler olduğu için aileler çocuklarını dışarıya göndermek istemezler. Fakat Ege ve Akdeniz bölgelerindeki hatta İç Anadolu'nun batısındaki başarılı öğrencilerin ilk tercihleri bizim okulumuzdu. Hâlâ da öyledir. İşte o yüzden biraz tuhafıma gitmişti Mehmet ile Hakan. İkisininde ailesi İstanbul'da yaşıyorlardı. Hakan'ın, yanlış hatırlamıyorsam, dayısı ve teyzesi buradalardı ama kalmadı onların yanında. O da Mehmet ile birlikte okul pansiyonunda kaldı ilk iki sene. Sonra Mehmet çıktı. Çok ısrar ettim kalması için. Çünkü ders dışı etütlerimizden çok iyi verim alıyorduk. Zaten hepsi seçilmiş öğrencilerdi. Hakan da Mehmet de çok başarılıydılar. Hakan ikincilikle bitirdi okulu. Belki Mehmet de pansiyonda, okulun pansiyonunda yani, kalmaya devam etseydi o da derece yapabilirdi.

Görevim sırasında özellikle yurtta kalan öğrencilerimle çok yakın ilişkiler içerisindeydim. Mehmet'i çok severdik. Çok sakin bir çocuktu. Öğretmenleri de çok memnunlardı. En belirgin özelliği motivasyondu mesela. Öğretmen taktiğidir; derse ilgi kaybolduğu zaman bir soruyla öğrenci uyandırılır. Bir dönem tarih derslerine girmiştim ben onların. Mehmet de çoğu zaman dersle ilgilenmiyormuş gibi görünürdü fakat ne zaman uyandırmaya kalkışsam hem soruya doğru cevap verir hem de anlattığım konu neyse onun başka bir tarihi olayla bağlantısını kurar yahut sorardı. İlk beş seneyi Fransa'da okumuş Mehmet. Orada aldığı temel çok iyiydi. Bir gün sormuştum buna, "Oğlum tarihe ilgin var, düşünür müsün tarih bölümünü?" diye. "Hocam" dedi, "Ben sadece tarihin neden ve sonuç ilişkisi içinde ilerlediğini hiç unutmuyorum." Gerçekten de temeli çok iyi oturtmuş bir öğrenciydi.


Asım-Irina Kırımlı
Marsilya
A.K: Soyadımız malum, Kırım göçmeniyiz. 1784'te Kırım elden çıkınca bir müddet dayanmışız ama yüzyıl sonunda İstanbul'a yerleşmişiz. Büyük dedem Devlet-i Aliye'nin Kırım Kadısı Hüseyin Efendi idi. Oğlu Halet Dedem de İstanbul'a göçümüzden sonra yeni yüzyıl başında Fransa Büyükelçiliği görevinde bulunmuş. Görevi bittikten sonra, ailenin bir kısmı Fransa'da kalmışlar. Ben 1953'te Nice'de doğdum. Irina ile yirmi dört yaşımdayken tanıştık.

I.K: Ben on yedi yaşındaydım o zaman. Ay yaşım belli olcak ama olsun varsın artık bu saatten sonra. (Asım Bey'e bakıyor sevgiyle. Asım Bey de eşine muhabbetle gülümsüyor. Sen hâlâ gönlümün sultanısın, benim için daha güzel kimse olmadı, olmayacak der gibi.) O dönemi biliyorsunuz zaten. Moskova'da büyüdüm ben. Savaştan sonra Fransa'ya taşındık, on dört yaşındaydım. Yeni bir ülkede, yeni bir yaşama alışmaya çalışıyordum. Monaco'ya geldik ilk olarak. Asım'la da orada tanıştık. Mirza, Asım'ın Londra'daki ortağıydı. İstanbul'daki işleri de o idare ediyordu. Sonradan da eniştesi oldu zaten. Ağabeyim Ivan Londra'da okudu. Mirza ile oradan tanışıyorlar. Bizim Fransa'ya yerleşmemize de o yardımcı oldu. Mirza'nın bizi ziyaret ettiği bir sefer de Asım onu görmeye geldi. (Biraz utanıyor Irina Hanım, yıllar sonra bile yüreği kıpır kıpır, sesi titriyor.) İlk kez gördüğümde anlamıştım benim kaderim olduğunu. Ailemiz hissiyatlı bir ailedir zaten. Büyükannem de olacakları  evvelden hisseden bir kadındı. Benim de kendisine benzediğimi söylerdi hep. Rahat uyusun. Yaşadığımız şeyler tahmin edilecek şeyler değildi tabi ama o sıkıntı, hissiyat hep bir şekilde kendini gösteriyordu.

A.K: Ivan'la iyi ahbap olduk. Sık sık görüşmeye başladık. Daha çok ben Monaco'ya gidip geliyordum. Tabi ki Irina'yı görmek için. Savaş sonrası Fransa'sında, biliyorsunuz, yatırım imkânı olan herkes aldı başını yürüdü. Biz de onlardan biriydik. Sonra tabi ortaklarımızla düşünce birliği oluşturamadık ve kader, onlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Irina ile çok güçlü bir bağımız vardı. İlk bakış, ilk gülüş bizi birbirimize yaklaştırdı. Fakat zorluklar birbirimize sımsıkı sarılmamızı sağladı. 81'de evlendik. Batı kıyısına, Marsilya'ya yerleştik. İki yıl sonra da 16 Eylül'de Mehmet doğdu. Çok güleryüzlü bir bebekti. Bir bebeğe göre neredeyse hiç ağlamazdı. Çok hareketliydi. Bütün gün koşturur sonra da bir kenarda uyuyakalırdı. Türkiye'ye gittiğimizde içine kapandı.  Marsilya bir liman şehri ve Afrikalı göçmenlerin en yoğun oldukları yer. Bugün sokağa çıktığınızda Fransız'dan çok Arap görürsünüz. Mehmet'in en yakın arkadaşları da Araplardı. O yüzden Fasih Arapça'yı ve Cezayir Arapçasını çok iyi konuşur. Zaten kuzenleri sayesinde de Rusçası çok iyiydi.

I.K: Dile çok yatkındır Mehmet. Bizim ailemiz de aslen Aşkabatlı. Büyükannem ailede Türkmence bilen son insandı. Mehmet de onu anlayan tek insan. Fransızca'yı da yine sokakta öğrendi, sonra da okulda. İngilizce'yi de yine ilkokulda ve lisede geliştirdi. İspanyolca'yı üniversitede öğrendi sanıyorum. Almanca'yı da Berlin'de master sırasında öğrenmiş. Daha ilkokuldayken Rus klasiklerini Rusça nüshalardan okudu, Fransızca eserleri yine anadilinde.

A.K: Fakat ilkin Dostoyevski'nin Rus dilinde berbat bir yazar olduğunu düşünmüş, Suç ve Ceza'nın Türkçe nüshasını okuduktan sonra hayran olmuş. Sorsanız bütün eserlerin Arapça baskılarını okumak ister.


Nurcihan Türker
İstanbul
Tam otuz altı yıl öğretmenlik yaptım binden fazla öğrenci okuttum ama Mehmet size başarı konusunda kati bir inanç ve güvenle söyleyebileceğim birkaç isimden biridir. Atatürk Lisesi'ndeyken edebiyat dersine girmiştim. Çok özel bir talebeydi. Liseye geldiğinde, iyi bir okuyucunun okuması gereken kitapların tamamını okumuştu. Özellikle bütün eserleri kendi dilinde okumuş olması ona çok farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. Beni en çok şaşırtan öğrencilerimden biriydi. Edebiyata sanata kabiliyeti yüksekti. Zengin bir birikimi vardı. Avrupa'da yetişmiş ve farklı milletlerden insanlarla birlikte büyümüş olduğundan, kültürlerin ve anlayışların edebi eserlere sinen kokusuna alışıktı. Bunu rahatlıkla idrak edebiliyordu. Bunları dinlerken bahsettiğim kişinin henüz lise birinci sınıfta bir öğrenci olduğunu unutmayın.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Mehmet Kırımlı Hakkında Bazı Şeyler VI

Asım-Irina Kırımlı.
Marsilya.

A.K.: Ben o zamanlar Beşiktaş’ta küçük bir cafe işletiyordum. Fransa’dan dönmüşüz. Üçüncü senesi. İşler yavaş yavaş oturmaya başlamış. Irina çok yeteneklidir. Gözü de pektir. O teşvik etti zaten beni. Her gün sabah altıda giriyordu mutfağa, akşama kadar dünyanın en lezzetli pasta ve kurabiyelerini yapıyordu. Hem de şekil şekil; evler, kaleler, bisikletler, çocuk-büyük insanlar… Mehmet de yardım ediyordu okuldan sonraları ama o sene lise sınavlarına hazırlandığı için ne ben ne de annesi gelsin istemiyorduk. Gerçi Mehmet hep çok başarılı bir çocuk oldu. Hem Fransa’dayken hem de buraya gelince hep sınıfın en iyisiydi. Sağ olsun hep gururlandırdı bizi. Irina her veli toplantısına şevkle giderdi. Yetiştirdiği çocuğu, onu, beni övecekler ya… Neyse o sene gitti Mehmet. Çok büyük sürprizdi bizim için.

(Burada konuşmaya başladığından beri Asım Bey’i keyifle izleyen Irina Hanım yüzünü karartıyor, eşine hafif suçlar bir bakış atıp lafı devralıyor.)
I.K.: Bir gün dükkândayız. Akşam vakitleri… Bir müşteri geldi dükkâna. Kırklı yaşlarında, dik duruşlu, asil bir beyefendi. Asım ile uzunca sohbet ettiler. Adam öğretmen falan herhalde, ben öyle sanıyorum. Asım, Mehmet’ten bahsetti adama. Eğitiminden konuştular. Adam İzmirli’ymiş. O sıra oğlan geldi okuldan. Baya kaynaştılar. Kitaplardan konuştular. Mehmet’in zayıf noktasıdır, kitaptan söz edilince hemen çözülüverir dili. Asla çok konuşkan bir çocuk olmadı. Bazen televizyonda izlerken kameraların karşısındaki rahatlığına şaşırıyorum o yüzden. Şimdi Amerika’da, iki ay oluyor gideli.

(Gülüyor Asım Bey.)
A.K.: Abarttın, dün beş hafta oldu daha.

(Irina Hanım da Asım Bey’in neşesine eşlik ediyor.)
I.K.: Bana abartma diyene bakın. Kendisi gün gün sayıyor. Bu değişimine şaşırmamız da aslında, Mehmet’i liseyi kazandıktan sonra çok az gördük biz, ondan. Hı, onu anlatıyordum asıl. O adam aklına girdi oğlumun. Başta, İzmir’de okuyacağım, diyordu. Sonra vazgeçirdik. Tercih zamanı da hep İstanbul yazdı. En sonunda bir tane İzmir ekledi, Atatürk Lisesi, Fransızca bölümü. Gitti o tuttu. Kader… On dört yaşında küçücük bir çocuktu. Tam on beş yıl olmuş. Fransa’ya pek gelmiyor. İşte üç ay önce izne gelmişti, en son o.

(Asım Bey bir iç çekip, hüzünle gülümsüyor.)
A.K.: Hâlâ alışamıyor insan. Üniversiteyi İstanbul’da okumak konusunda ısrar etti. Biz o lise sondayken Marsilya’ya yerleşmiştik. Ben Fransa’da okumasından yanaydım ama olmadı.