30 Aralık 2013 Pazartesi

Ayraç II: Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.

İkinci sayıda ayracına göz atacağımız kitap; Çocukluğun Soğuk Geceleri. Kimi okurlar sevdikleri yazarların tüm kitaplarını okumayı alışkanlık hâline getirirler. Tüm kitaplar bittikten sonra, eğer yazarın yeni bir kitap yayımlama imkânı yoksa, yani bu sayıdaki kitabımızın yazarı Tezer Özlü gibi soğuk ’86 yılının bir kış günü çocukluğundan çok uzakta bir şehirdeyken bizi bırakıp gitmişse mesela, insanın içini derin bir hüzün kaplar. Tezer Özlü için birçokları gibi ben de saf bir bencillikle ‘keşke daha uzun yaşasaydı, daha çok okuyabilseydik’ diye düşünüyorum. Ancak yazdıklarının neredeyse tamamı kendi yaşamından kesitler, düşüncelerinin yahut hayallerinin devamı olan bir insan söz konusuysa eğer ve her okuduğunuzda aklınızda, içinizde bir yerde hüzün sancıları duyumsuyorsanız, 'bırakalım rahat uyusun' da demek istiyor insan.

Tezer Özlü; kısa yaşamında –ki asla yeterince uzun olmayacak- insanlığa sunduğu, benzer ve zıt duyguları, saflığı, derinliği ve gerçekliği birlikte barındıran anlatımıyla kendisi için sonsuzluğu yakalamış bir yazar.

Kendi adıma da… Sıklıkla cümleye ‘ve’ bağlacıyla başlaması ve cümleyi yüklemsiz bitirmesi gerekliliği duygusunu onunla paylaşıyorum. Çünkü hep ‘daha önce’si vardır ve her zaman ‘son’ olmayabilir…

---

Notlar:

s. 7.  - “Şimdi taşrada değiliz. Geniş tahta evler arasındaki meyve bahçeleri sessiz kasabalarda kaldı. Ve sessiz kasabalar da 50’lili yıllarda.”

s. 14. - “Bunni eski giysileri çok seviyor. Hiç yeni giymiyor. Altmış yıl süresince önemli günlerde bohçadan çıkarıp giydiği bir yeşil ipekli giysisi var. Gözleri gri mavi. Yüzü bumburuşuk. Yetmiş yıldır hiçbir erkekle yatmadı. Yaşamayı seviyor. En çok kendi cenaze törenini merak ediyor.”

s. 15. - “Ailemizde bir gelenek var. Ölülerimizi gömdükten sonra, mezarlarını yaptırmıyoruz. Hiçbirimiz de mezarlığa uğramıyoruz. Ölüm kesin bir sınır olmadığı için mi?”


s. 24. - “Hiç düşündünüz mü? Ölen bir insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? Ölen bir okula gidebilir misiniz? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.”

s. 25. - “Bu denli çözümsüz, dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük bir mutluluk. O esir. Her gün yaşlanmaya, her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir. Her gün gelişen, her gün büyüyen, tüm çağlara varan bir bağımsızlığın, nesnelere dayanmayan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varamayacak. Anadili bile gelişmemiş. Düşünceleri, insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil.”

s. 33. - “Yazmak istiyorum. Ama her zaman yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. Caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. Kısacık anlarda çeşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu? Bilmiyorum. Bir an, zamanları, olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi Akdeniz’i, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu.”

s. 40. - “Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir.”
        
        “Anlatamayacağım. Bu insanlar “Guguk Kuşu” filmini de, bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?”

s. 57. - “Onunla birlikte hiçbir şeyim ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor.”

s. 60. - “… yeniden sevmek istiyorum. Masmavi gözleri var. Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.”

---

Bodrum. / aralık 29, 2013.


13 Aralık 2013 Cuma

Ayraç I: Oğuz Atay, Tutunamayanlar.

Ayraç; kitap okurken kaldığım sayfadan devam edebilmek için kitabın arasına koyduğum ve üzerine notlar aldığım, genellikle çeyrek A4 boyutundaki kâğıtları kullanarak, her yeni sayıda bir kitaba göz atacağımız edebiyat çalışmasıdır.

İlk Ayraç'ta alıntılara yer vereceğim kitap, başlıktan da malumunuz olduğu üzere Tutunamayanlar. İlk yazı için bu kitabı seçmemin nedeni ne kitaba ya da yazara olan sevgim, ne de yarın yazarın ölüm yıl dönümü oluşu... Sadece Tutunamayanlar'ı, Selim'i, Turgut'u, Süleyman'ı, Oğuz Atay okumayı çok özledim.

Mutlaka aranızda ilk defa bir Oğuz Atay kitabı okuyacak, ilk kez bir Oğuz Atay cümlesiyle karşılaşacak olanlar vardır. İyi bilmelisiniz ki biz; Oğuz Atay’ın düşünce sisteminden ve duygusal anlayışından parçaları kendi hayatımızda bulmuş insanlar olarak, yazarın diliyle ilk kez tanıştığımız o anı özleyerek yaşıyoruz. Hem de o ilk andan beri… Ve sizi çok kıskanıyoruz.

Oğuz Atay’dan, Tutunamayanlar’dan ve bundan sonraki Ayraç’larda da notları paylaşılacak eserlerden ayrıntılı olarak bahsetmeyeceğim. Siz okuduktan sonra bir kahve yaparsınız sohbet ederiz. İyi okumalar.

---

Notlar:

s. 60. - Selim ile Turgut’un konuşmaları, Dostoyevski ve Humiliation meselesi.

s. 64. - “Yalnız konuşulan kelimeler geçerli demek. Gerisi insana kalıyor. İnsana, onun öz varlığına. İstersen, içine dönük olabilirsin.”

s. 72. - “Hayatın Koordinatları deyiminden kısaca şunu anlıyoruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinenlerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiyle, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insanın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, zaman değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ilerde ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir. Şimdiye kadar yaptığım incelemeler, dokuz bilinmeyenli, yani dokuz eksenli bir sistemde bir insanın bütün hayatının denkleminin yazılabileceği ve buna istinaden de, hayatın koordinatları metoduyla varlığının ifade edilebileceği merkezindedir. Böylece, insan hayatına ait bütün meselelerin önceden, yani yaşanmadan, çözülebilmesi imkân dahiline giriyor.”

s. 94. - “Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.”

s. 97. - “Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için.”

s.110. - “Kelimeleri, daha önce, öyle kötü yerlerde kullanmış oluyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularımıza dokunursa.”

s. 113. - “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim,” dedi: “Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.”

s.133. - “Oysa, mesela Selim Işık / Anlatmadan anlaşılmaya aşık”

s. 151. - “Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

s. 222. - “Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.”

s. 225. - “Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık…” ve devamı, mısra 463’e kadar.

s. 328. - “Lavoisier Kanunu var: hiçbir şey yok olamaz durup dururken. Kanun, adamdan hesap sorar; nereye gitti, diye. Pencereyi açtı, aşağı sarktı. Başka kanunlar da var diyorlar.  Lavoisier Kanununda toplam ağırlık sabit kalırmış. Peki Selimlik? Onu nasıl tartacaksınız? Neden kimse üzerine almıyor bu özelliği? O halde haksızsınız. Bu kadar insan bir araya gelip bir Selim olamıyorsunuz.”

s. 349. - “Ölümü bilerek yaşamak istiyorum Olric. Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.”

s. 384. - “Kitaplar yüzünden çok acı çekiyorum Esat Ağabey,” derdi, “Sanki hepsi benim için yazılmış…”

s. 451. - “Aşk sağlığı enstitüsünün bültenine göre, bir yıl içinde sadece on iki bin yedi yüz on altı muhallebicide buluşma, yedi bin sekiz durakta buluşma (bunun bin sekiz yüz yirmi beşi gerçekleşmemiş), bin dört yüz altmış iki çeşitli açık yer gezintisi (parklar, kırlar, adalar v.s.) ve yalnız altı yüz on iki sinema locası olayı tespit edilmiş. Buna gizli aşkları da ekleyin (bültende Selim’in adına rastlanmadığı için, bunu gizli aşk olayları arasında düşünebiliriz.) Gizli aşk sayısının da, ihtimal hesaplarına göre dört bin altı yüz kadar olduğu tahmin ediliyor. Emniyet genel müdürlüğünün tespit ettiğine göre de (yuvarlak olarak) yüz yirmi altı bin sekiz yüz bakıp da iç geçirme, kırk dört bin otobüs ya da dolmuşta hafifçe temas, dört bin iki yüz peşinden gidip de vazgeçme, sekiz yüz elli eve kadar izleme ve on beş bin yedi yüz uzaktan âşık olma ve sadece (bu sayı kesin) sekiz yüz on dört ümitsiz aşk olayı kaydedilmiş. Bu arada, park bekçileri, seksen iki bin kadar çifti düdük çalarak, tabanca çekerek ve benzeri tehditlerle korkutmuş. Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira civarında.”

s. 460. - 15. Bölüm; beyninde ne varsa açık seçik görebiliyorsunuz. Bunu göstermeyi, yazıyla anlatabilmeyi başarması inanılmaz.

s. 591. - 19. ve 20. Bölümler kitabın efsane bölümleri arasında.

s. 607. - “Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade.”

s. 643. - “…kafamda kurulu bir makine vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler, izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebilseydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprüntü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim... Kaybediyordum; düzensizlik ve duruma hâkim olamamak yüzünden kaybediyordum.”

s. 671. - “Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?”

s. 688. - “Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?”

s. 689. - “Seninle olmuyor, diye kestirip attınız. Zamanın yetersizliğinden söz ettiniz. Oysa ben çoğu zaman yapacak bir iş bulamadım. Bu kadar zamanı siz ne yapıyordunuz? Biraz da siz öğretebilirdiniz bana. Önce alırdınız beni, istediğiniz biçime sokardınız, sonra da şöyle yap, böyle yap, derdiniz. Hangi kitaplar okunacaksa, daha önceden söylerdiniz. Tabiatı sevmiyorsun; eşyaya bakmasını bilmiyorsun. Tamam. Bütün otların adları ezberlenirdi, ay doğarken iç çekilirdi, duvarın üstündeki kedi okşanırdı (bu sırada yüze en canım bir ifade verilirdi); benim değişme gücüme kimse inanmadı. Sonunda ben de inanmadım. İşte böyle can sıkıcı biri oldum sonunda gerçekten.”

s. 718. - “Sizinle bütünüyle aynı düşüncedeyim; fakat aynı duyguda olduğumu söyleyemem.”

---

Oğuz Atay, arkadaşlarıyla oturdukları bir gece lavaboya gitmek için izin istemiş. Uzun süre geçmesine rağmen geri dönmeyince arkadaşlarından biri gidip iyi olup olmadığını sormuş. Oğuzcuğum Atay içeriden, “Sevinmeyin, daha ölmedim” der. Aradan yine bir süre geçer, Atay yine yoktur. Tekrar banyoya koşarlar, Oğuz Atay’ın cansız bedeniyle karşılaşırlar. Yani Oğuz Atay’ın son sözleri: “Sevinmeyin, daha ölmedim”dir.

Bodrum. / 12 Aralık 2013.



26 Ekim 2013 Cumartesi

Yaz Sonu

Yazın son günleri gibi -özledim dediğinde kapında bittiğim, sonra o tepede, arabanın içinde kulağınla dinleyip kalbimi bulduğun, kalbimden öptüğün ve utandığım için fazlasını söyleyemeyeceğim gecenin, seni tadını unutma diye uzun uzun öptüğüm o gecenin, yalnızca ay ışığıyla aydınlanan o koyda, Samim olan adını sevmediğin ama üzerinden hiç inmek istemediğin lacivert kotranın güvertesinden, üzerimizdeki her şeyi çıkarıp suya atladığımız gecenin, dans etmekten yorgun eve geldiğimiz ve koltukta kucağıma kıvrılıp “Söylemeye söylemeye unutacaksın beni sevdiğini” diye fısıldadığın ve uyuyakaldığın gecenin, Duman konserine gittiğimiz, imza almak için kulise girmemize izin vermeyen görevlilerle tartıştığım, moraran yanağımı öpe öpe iyileştirdiğin gecenin, birlikte rakı içeceğiz diye tutturduğun ve balıktan zehirlendiğin için sabaha kadar acil serviste kaldığımız gecenin, çimlere uzanmış, başın karnımda yatarken birden, “Hadi yuvarlanalım!” dediğin ve bayır aşağı yuvarlanırken duramadığım için gövdemi ağaca çarptığım bir Antik Kent akşamüstüsünün, yağmur yağarken denize girdiğimiz bir yaz sonu akşamüstüsünün, hiç canım istemiyorken bana çiçekleri sulatmanın acısını, olayı su savaşına çevirerek sana, çimlerin üzerinde sırılsıklam savaşarak –sesli harfleri değiştirebiliriz de aslında- ödettiğim bir Pazar ikindisinin, nü yağlı boya resmimi yapmaya kalkıştığın bir atölye öğleninin, ortalığı toplayacağız diye girdiğimiz ama o eski, yeşil, kadife döşemeli, tekli koltukta birlikte uyuyakaldığımız başka bir atölye öğleninin, bana yalancı mantı yaptığın, senden gizli tüm tabağı Soket’in kabına döktüğüm bir mutfak öğleninin, kendini kötü hissettiğin için iki gün hiç çıkmadığımız ve sürekli parmaklarımla karnını ovduğum bir hastalık sabahının (öğlesinin? akşamının? gecesinin?), çamdan düşen kozalakları cephane olarak kullandığımız bir savaşın ortasında kafamı yardığın, sonra da “E madem sevgiliyiz, ağzına sıçmam şart” diye tatlı tatlı kendini savunduğun bir bahçe sabahının, her gün sırayla sulamaya yemin ettiğimiz, fakat ilk kimin sulayacağı konusunda anlaşamadığımız için bir hafta içinde kuruyacak olan erik fidanını diktiğimiz başka bir bahçe sabahının, komşularla kıra pikniğe gittiğimiz, “Ee ne kadardır birliktesiniz?” diye sorduklarında kıpkırmızı kesildiğimiz bir kır sabahının, simitçinin son simidi için kavga ettiğimiz bir sahil sabahının, adını öğrendiğim bir bakkal sabahının, seni ilk kez gördüğüm bir koşu sabahının olduğu bir yazın son günleri gibi- bakmıştı yüzüme, “Beni unutma,” demişti, “Sevme ama unutma da…”
-Bodrum. / ekim 25, 2013.

18 Ekim 2013 Cuma

Ersin Ağbi / Bir Kurban Bayramı Öyküsü

Ersin Ağbi bu hayatta tanıdığım en delikanlı adamlardan biridir. Ağbi kelimesini de sonuna kadar hak eder, kendine yakıştırır. Aynı zamanda çok da iyi bir yol arkadaşıdır. Bu özelliğini arkadaşlığımızın ilk yarım saatinde test etme imkanı bulmuştum. 

Ersin Ağbi arka koltukta oturur. Pek konuşmaz. Genelde arabanın sol camından yolu seyreder. Arada bir adamın biri ani bir fren ya da hatalı sollama yaparsa, sinyal vermezse falan "yavaş ulan itoğlit!" diye bağırır. Aslında bağırmaz. Bunu bakışlarıyla ima eder. Pek konuşmadığını söylemiştim. Sonra sevdiği bir şarkı çalarsa sevinir. Kendine kendine gülümser. Evet yapar bunu. Yüksek sesle müzik dinlememe ses çıkarmaz. Bu yüzden Ersin Ağbi iyi bir yol arkadaşıdır; yani, çok konuşmadığı, sessizce yolu izlediği için, trafik magandalarına karşı savaşımda arkamda durduğu için ve yüksek sesle Cengiz Kurtoğlu dinlememe ses çıkarmadığı için...

Ersin Ağbi'yle bir Kurban Bayramı arefesinde tanıştık. Babam ve bir arkadaşıyla birlikte kurbanlık seçiyorduk. Ersin Ağbi de oradaydı. Cin bakışları ve ciddi duruşuyla etrafı süzüyordu. Onu görür görmez sevdim. Bence iyiler ilk görüşte tanınır. İlk görüşte tanınamayanlar kötülerdir. Bu yüzden Ersin Ağbi'yle çabucak iyi arkadaş olduk. Mesela babam da fena bir adam değildir, yanımızdaki Vedat Ağabey de öyle... Ama ilk zamanlar Ersin Ağbi onlara pek sıcak davranmadı. Pazardan çıkarken önden önden yürüdü. "Ersin, dur bekle, acele etme" dediğimde beni dinledi. Yavaşladı. Ben de ona doğru bir adım attım. İkimiz birlikte önden önden yürüdük. O yine de benden daha öndeydi. Etrafa 'bu benim kardeşim, buna dokunanın aklını alırım' mesajı veriyordu. Ersin Ağbi delikanlılığın kitabını yazmış bir adamdı. Pazar çıkışında babamla Vedat Ağabey bizden ayrıldılar. Biz Ersin Ağbi'yle eve gitmek üzere arabaya atlayıp yola koyulduk. Eve gelince onu annemle tanıştırdım. Annem bize yemek hazırladı. Ersin Ağbi açık havada takılmayı seviyormuş. O yüzden sofrayı bahçeye kurduk. Annem benim tabağıma karnıyarık koydu. Yanına da ayran yapmış. Tuzu biraz azdı, azıcık daha atıp karıştırdım. Annem Ersin Ağbi'nin tabağına ne kadar ot bulduysa doldurdu. Başka bir çanağa da su doldurup, içine tuz attı. Ersin Ağbi tuzlu sudan birkaç yudum aldı, sonra kafasını çevirdi. Ersin Ağbi'ye de tuzu az gelmiş olabilirdi. Biraz daha tuz atıp karıştırdım. Ersin Ağbi yine de içmedi.

Ertesi gün bayramdı. Babam, ben ve kardeşim sabah erkenden kalkıp bayram namazına gittik. Dönüşte annemle kız kardeşim kahvaltıyı hazırlamıştı bile. Biz de fırından yeni çıkmış ekmek ve poğaçalarımızı sofraya getirdik. Hep birlikte bayram kahvaltısı yaptık. Kahvaltıyı yaparken babam, "Oğlum, kahvaltıdan sonra hemen dışarıyı hazırlayalım da kurbanımızı keselim" dedi. Çabucak yeyip kalktım. Ersin Ağbi'nin yanına gittim. 

Kurbanlık olarak aldığımız kuzuyla bir bağ kurduğum görülmüş şey değil. Normalde hiç muhatap olmaz, suratına bakmazdım. Kesilişine katlanabilmek için geliştirdiğim bir savunma psikolojisiydi herhalde. Fakat bu bayram farklı oldu. Nedense Ersin Ağbi'yle aramızda bir bağ kuruldu. Hayatımda bir kez olsun böyle bir şey yaşamak istedim. En sert, en acımasız, en umursamaz zamanıma denk getirdim bunu. Daha ileri yaşlarımda daha yüreği yumuşak bir insan olabilirdim. O zaman bu durumda katlanmam çok daha zor olurdu. Bunları düşünürken babamın kurbanı kesmeden önce duasını okurkenki ağlamaklı sesi geldi aklıma. Babam her Kurban'da bu hissiyatı yaşıyordu. Her Kurban o bağı kuruyordu. Sonra...

Bahçeye geldiğimde Ersin Ağbi hâlâ yatıyordu. Bahçenin iki kapısını da kapattım. İpini çözdüm. Kalkmadı. O kalkmayınca ben yanına oturdum. Boynunun altını okşayarak konuşmaya başladım. Meselenin dini boyutundan bahsettim biraz. Ama Hz. İbrahim'le Hz. İsmail'in kıssasını anlatmadım. Onun ruhunu küçük gördüğümü düşünsün istemedim. Bunun yerine geçen bayramki kurbanlığın bir bacağını verdiğimiz, kocası başka bir kadınla kaçıp giden, bir çocuğuyla yalnız kalan Havva Abla'nın bayramlaşmaya geldiğimizdeki sevincini anlattım. Yine kurban etini dağıttığımız ailelerden birinin çocuğu Ökkeş'in köfte yerkenki mutluluğundan bahsettim. Onu ne kadar sevdiğimi söylemedim. Durumu daha da kötüleştirmek istemiyordum. O sırada babam seslendi. Zaman gelmişti. "Ersin," dedim, "Söylemek istediğin bir şey var mı?"
"Ersin değil lan, Ersin Ağbi!" dedi. "Ne anlatıyorsun lan iki saattir. Biz bunları bilmiyor muyuz sanki" dedi. "Ne ağlıyorsun iki saattir. Kocaman adamsın. Utanmıyor musun lan?" dedi.
"Ama Ersin..." diyecek oldum, kaşlarını çattı.
"Ama Ersin Ağbi..." dedim.
"Sus lan. Sus sus. Hadi gidelim." 

Ersin Ağbi'yle birlikte olayın gerçekleşeceği yere geldik. Biz gelince babam bıçakların üzerini örttü. Dedim fena adam değildir diye. Babam salâvat getirirken Ersin Ağbi kafasını kaldırıp şöyle dedi:
"Ruh dediğin şey ölümsüzdür oğlum. Öğren bunları. Hadi bana eyvallah."

Dediğim gibi Ersin Ağbi çok delikanlı adamdı. Ama onunla ilgili en güzel yorumu yine, sıra dışı tespitler uzmanı olan annem yaptı: "Ersin, Ersin dediniz, erdi."

Ersin diye aldığımız kurbanlık Ermiş olarak uçup gitti.


-Bodrum. / Ekim 15, 2013.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Hatırlanmayan Zamanlardan VI / Mirza'nın Öyküsü.

Sonucu belli bir oyuna para koyuyorlar. Fakat çok azı kazanacak olana oynuyor. Biliyorlar ama yine de kaybedecek olanlardan birine yatırıyorlar paralarını. Mesela şu orta bölümde, soldan üçüncü masadaki adam, bordo örtülü masadaki, lacivert gömlekli adam: Mirza.

Mirza Yavuz Acemoğlu doğalı yaklaşık olarak kırk iki yıl oldu. Tam tarih, doğduğu gün babası Yavuz Acemoğlu'nun vefat etmesi ve ailesinin ölümün yasını içlerine sindirerek tutmak için, Mirza'nın doğumunu duygusal olarak kabullenmeyi kırk gün ertelemesinden dolayı bilinmiyor. Bu süre zarfında kırk günü sayma görevini verdikleri ilkokul ikinci sınıfa giden Mahmut'un ancak yirmiye kadar saymayı bildiği farkedilmemiştir. Mahmut kırk gün sayacağı söylendiğinde, ikinci sınıfa gittiği hâlde sadece yirmiye kadar saymayı bildiğinden utanmış ve bu durumu saklamıştır. Mahmut, ne yazık ki ilk yirmi bittikten sonra baştan yirmiye kadar ikinci kez sayması durumunda kırk günü tamamlayacağını da o gün şartlarında akıl edememiştir.

Yeryüzündeki istikrarsız ilk günlerinin aksine Mirza'nın geri kalan hayatı muvafakiyetler dizisi halinde geçti. İlkmektep, lise ve üniversite yıllarında şahsına münhasır duruşuyla hep okulun en merak uyandırıcı ve en çok arkadaş olunmak istenen öğrencisi oldu. Üniversiteyi bitirdikten sonra eğitim hayatına Londra'da devam etti. Okul bittikten sonra da iş yaşamını İstanbul-Londra arasına kurdu. Bu seyahatlerin birinde kaldığı otelde sonradan eşi olacak olan Nataliya Zeynep Kırımlı ile tanıştı. Zeynep Hanım, Fransa'da doğmuş ve büyümüş aslen kökleri Osmanlı'ya dayanan bir ailenin kızıydı. Türkiye'deki akrabalarını ziyaret etmek için İstanbul'da aktarma yaptığı sırada valizinin yanlış uçağa aktarılması ve hava yolu şirketi sorumlularının "Valiziniz İtalya'ya gidip gelecek. Siz bu sırada burada bir otelde kalın, masraflarınızı biz üstleneceğiz" demesi üzerine şehir merkezinde bir otele yerleşmişti. O gün annesiyle birlikte otelin havuzuna indiklerinde, tesadüfen o otelde kalan Mirza'yı gördü. Hatta annesiyle aralarında Mirza'nın etkileyici duruşu ve tavırlarıyla ilgili bile konuşmuşlardı. Yine de Zeynep, her havuza girişinde Mirza'nın peşinden atlamasına şaşırmış ve biraz korkmuş, bozuk Türkçe'siyle: "Siz neden beni takip ediyorsunuz? Uzak durun benden" gibi bir şeyler söylemiştir. Lâkin sözlerin orjinali o sırada bu sözleri duyan Mirza tarafından da tam olarak anlaşılmadığından geleceğe aktarılamamıştır. Mirza kibar bir şekilde, zaten önceden kendisinden etkilenmiş olan Nataliya Zeynep Kırımlı'yı, Boğaz'da yemeğe davet etmiş ve sonra düzenli olarak görüşmeye başlamışlardır. Zeynep Hanım Fransa'da yaşadığı için Mirza şirketin bağlantılarına Londra'nın yanında Marsilya'yı da eklemiş ve bu hamle başarılı olarak şirketin hızla büyümesini sağlamıştır.

Mirza Yavuz ve Zeynep Nataliya Acemoğlu çiftinin üç çocukları bulunmaktadır; evliliklerinin ikinci yılında dünyaya gelen Peri, dördüncü yıllarında doğan Nedim Yavuz ve Peri'den dokuz yaş küçük Revnak. Çocukların her biri yüksek tahsil görmüş insanlardır. Ayrıca her birinin sanata ve spora özel ilgisi vardır. Nedim iki yıl önceki Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda mücadele eden Fransa Milli Basketbol Takımı kadrosunda yer almış ve takımıyla birlikte gümüş madalya kazanmıştır. Peri ise İngiltere Kraliyet Orkestrası sınavlarının tümünü tamamlamıştır ve gelecek yaz iki ay boyunca Kraliyet Orkestrası virtüözleriyle birlikte çalışacaktır. Revnak ise hiç sevmese de bale yapmaktadır. Şu an için gelecek vaadeden balerin statüsündedir.

Mirza Yavuz uzundur içinde olan, artık tanıdık denilebilecek bir sıkıntıyla evden çıkıp arabasına bindi. Şoförünü almadan çıktığına göre, gece metresi Nazan'da kalacak. Nazan Yıldırım cemiyet hayatının tanınmış isimlerinden Mahmut-Halide Yıldırım çiftinin üç kızından ortancasıdır. Ne ablası kadar soylu bir hanımefendi olabilmiştir ne de kardeşi kadar girişken ve özgür ruhludur. İki ağır karakterin arasında kalmış, hazıra düşkün, aşırı hassas ve soyunun mirası olarak güzel bir Rum kadınıdır. Mirza ile Nazan geçtiğimiz yılın Nisan ayından beri düzenli olarak görüşüyorlar.

Mirza, Perşembe akşamları adeti olduğu üzere evden çıkıp Anadolu Kavağı tarafındaki bu meyhaneye geldi. Burada tek başına oturduğu masasında önce iki duble, sade buzlu rakısını içti. Ardından da arka taraftaki bu oyun salonuna geçti. Yaklaşık yirmi beş dakikadır burada. On iki el oyun oynadı. On ikisini de kaybetti. Adeti olduğu üzere üç oyun daha kaybedip metresi Nazan'ın evine gidecek. Son üç yıldır her Perşembe akşamı gelip, on beş oyun kaybettikten sonra geldiğinde selamlaşmadığı kimselerle giderken de vedalaşmadan sessizce, çıktığında orada hiç bulunmamış gibi hissedecek şekilde yani racona harfiyen riayet ederek buradan ayrılıyor. Oyun basit. Kaybedilmek için oynanıyor. Buraya gelen hemen herkes kaybetmek için geliyor. Bu bir hastalık. Fakat Mirza ve diğerleri bu zehiri başka bir marazı tedavi etmek için içiyorlar. Neredeyse sekiz aydır Mirza, oyunun uzatmalarını metresi Nazan'ın evinde oynuyor. Aralarındaki münasebet de yine kaybetmek üzerine kurulu. Nazan için fark etmiyor. Çünkü onun hayatı zaten bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.

Hatırlanmayan Zamanlardan V / Ananemin Atasözleri

"Hicaaaaappp! Hicaaaaapp!! Hicap gııızzzzz!!!"
...

"Hicaaaaaappp!"

"Anane n'oldu ne diye bağrıtturusun gı?"

"Nerde o anan olucak kadın? Boğazlarım ağrıdı bağırcem deye."

"Bağırma o zaman anane. Yukarda gibi o, duymetturudur."

"Bicaaz galın tuz getircem dedi gitti, sabah beri beklerim. Mundar oldu hep domatesler. Anaaaa... Kendime mi yapıyom ben bu domatları. Kış oldu mu gelir ister ama, ana sende şişe domates var mı diye. O zaman böyle yapcam ben de: nah!"

"Öyle deme gı, işi mafediyo onu da. Eve bakmaya çıktılardı şindi. Çok yoruluyo, unu'muştur."

"İşini de siktirtmesin bana evini de. Eridi gitti hep domatesler. İyi değil oğlum senin anan. Sevmiyom artık."

"A-a! Sen doğurmadın mı o gızı gı?"

"Oğlanı gızı ben doğurdum da, kalplerini de mi ben doğurdum!"

21 Eylül 2013 Cumartesi

Hatırlanmayan Zamanlardan IV / Sarılmak 1 TL

dün öğlen saatlerinde Ankara-Kızılay'da tuhaf bir olay yaşandı. meydanda, ellerinde ‘sarılmak 1 TL’ pankartı olan iki kız yüzünden izdiham çıktı.

yetkililer olay yerinden elde ettikleri bulgular ışığında, “olum sarılalım mı la, yok olum ayıp la, la ne ayıbı kendileri kocaman yazmışlar sarılalım diye hem para da vercez, yok ben yapamam sen git sarıl, olmaz anca beraber kanca beraber, o zaman yürü eve gidelim, olmaz alt komşunun kızına arka bahçede sarılırken iyidi ama Allah'tan abisi duymadı dimi la, evet iyi ki, ama sarılmazsak duyabilir, satıcı puşt, sarılcan mı, iyi la iyi yürü” şeklindeki konuşmada arkadaşını tehdit eden ve olayların başlamasına neden olan lise öğrencisi B.E.’yi gözaltına aldılar. araştırmalara göre bu B.E.’nin ilk şantaj olayı değildi. yapılan araştırmalarda B.E’nin daha önce 2 şantaj, 3 alay ederek gaza getirme, 1 yürü aslanım şeklinde gaza getirme, 3 mehter marşıyla gaza getirme (bu bulgu Siyasi Şube kayıtlarında da sabit) suçlarından sabıkalı olduğu ortaya çıktı. polisler “sen ne biçim arkadaşsın ulan it” diyerek B.E.’yi nöbetçi mahkemeye sevk ettiler.

bunun yanında İstatistik Kurumu’ndan alınan verilere göre olay yerinde 26 bakıp da iç geçirme fakat yoluna devam etme, 12 ulan ülke ne hale geldi (bunların sayısı çoğunluğunun namus elden gidiyor kümesine dahil oldukları için bu kadar azdır, o grubun sayısı da tam olarak 131dir), 68 sarılmak da mı parayla, 17 ulan 1TL çok ucuzmuş; fakat yalnızca 2 tüh tüh yazık bu çocukların niye paraya ihtiyacı var acaba sözlü eylemi yaşanmıştır. olayın esas nedenini arayan ve genç kızlar için samimiyetle üzülen teyzeler bulunup, giriştikleri bu ahlak savaşında birinci geldikleri için mareşal ünvanı verilmiştir. ancak teyzeler bir kuyumcuya gidip altın rütbeyi satıp parasını kırışmaya kalkınca mareşallikleri geri alınmıştır.

esasında olay; pankartlı kızlardan birinin üniversiteyi İstanbul'da okuyan bir arkadaşının Ankara hakkında ileri geri konuşup, boğucutekdüzesıkıcıboşmemurşehri ifadeleriyle genç kızımızın canını sıkması (alınan ifadesinde, modumu düşürdü şeklinde bir ifade kullanmıştır) sonucu, kızımızın Ankara'ya heyecan katmak istemesi yüzünden çıkmıştır.

dosyanın incelemesi Ankara bilmemkaçıncı Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından sürdürülmektedir.


Oğuz Atay'a hasretle...

10 Eylül 2013 Salı

Hatırlanmayan zamanlardan III / En çok cam kesiği acıtıyor.

"Ayağıma diken battı."

"Ne alaka ya, ne dikeni? N'apıyon acaba sen, söyle n'apıyon gecenin bu saatinde?"

"Yatıyorum."

"Nerede?"

"Yatakta."

"Ne işi var yatakta dikenin! Eskiden mi batmıştı, onu mu ima ediyorsun? Yine mi kelime oyunu? Oyucam ama o gözlerini artık."

"Ha, evet. Geçen yaz batmıştı. Ondan önceki yaz da çivi batmıştı. Ama en çok cam kesiği acıtıyor. O da ondan iki yaz önceydi. Üniversiteyi kazandığım yaz. Her akşamüstü yaptığımız mahalle maçlarında, sırf Pelin'e yaranmak için küçük kuzenini kaleye aldığım yaz. Ve bir maç bile kazanamadığımız yaz. Çocuk tam bir kovaydı. Üniversite sınavları açıklandığında Pelin, Ankara'yı kazanmış ama bana İstanbul dedi. Sonra ortaya çıktı tabi. Neden böyle bir şey yaptığını sorduğumda da, "Seninle İstanbul hayalleri kurmak güzel oluyordu" dedi. "Ne yani Pelin, Ankara hayallerinin arasında bana yer yok mu?" Cevabı sanki daha önce düşünmüştü: "Gerçekçi olmamız lazım." "Pelin," dedim, "Gerçekçi olmak için çok küçüğüz." Cevap vermedi, sustu. Ben de dönüp gittim. Eve girerken, hırsımı babamın çürüdüğü için bahçeye çıkardığı cam kapaklı dolaptan çıkardım. Cam boydan boya ayağıma girdi. Yirmi yedi dikiş atıldı. (Sekiz. Yalan söylüyorum.) O yüzden en kötüsü cam kesiği. Hem de size boş hayaller kurdurtan bir dolabın kapağındaysa..."

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bayram Şekerleri


Ramazan ayının tamamında, o kutsal hissi geçen senelerde de olduğu gibi bu sene de biraz daha silik bir şekilde duyduktan sonra, yine yavan bir bayram sabahına uyandık. Çünkü bayramdan birkaç gün önce annemle bayramlık almaya gitmemiştik. Dolayısıyla bayram sabahına kadar bayramlık kıyafetlerimi defalarca giyip, evin içinde ayakkabılarımla dolaşmamıştım. Tahmin ettiğiniz üzere de sabah bayram namazına giderken bayramlıklarımı giymedim. Çünkü artık yirmi iki yaşındaydım. Beş altı bayramdır da durum aynıydı. Evet, bayramların tadı eskisi kadar yoğun değil ama bunun nedeni benim daha ilk gün başına bir şey gelecek bayramlık kıyafetlerimin olmaması da değil açıkçası. Benimki olsa olsa bir yan neden olabilir.

Son beş altı yılda bayram şekerinin tadını azaltan başka şeyler de var. Bunlardan biri; artık köye amcamları ziyarete gittiğimizde -dedemle babaannem artık orada oturmuyorlar o yüzden amcalara gidiyoruz, iki yıl önce dedem babaanneme bulutlarda bir yalı aldı, yetmişinci evlilik yıl dönümü hediyesi, oraya taşındılar- amcalar, kuzenler hep birlikte çift kale maç yapamıyoruz. Amcaların tansiyon, şeker, fıtık diye yeni arkadaşları var onlarla takılıyorlar. Kuzenlerle de aynı anda aynı yerde bulunamıyoruz, ne yazık ki. Oysa, Yasin Abimin yirmi metreden, topu üst üste konulan iki adet taştan yapılma sekiz adımlık kaleye gönderip gol yapışı, ardından da göz kararı belirlediğimiz santra noktasına koşarak kramponlarını dizime koyup bana parlattırışı daha dün gibi. Maça almadığımız için beni babama şikayet eden kardeşim  de artık on üç yaşında. Şimdi oynasa sahalarda fırtına gibi eser. Bilseydim, o zaman oynatırdım. Bir anımız daha olurdu.

Bunlar birkaç yıldır yaşanan şeyler. Her bayram biraz daha alışıyorum. Fakat yeni şeyler de var. Bugün yirmi yıl sonra ilk defa bayram kahvaltısını anneannemin evinde yapmadık. Annemle küçük dayım iki aydır küs. Anneannemin gücü bile yetmedi o sofrayı kurdurtmaya. Belki o da istemedi. Bilmiyorum. Anneannem acıyla, üzüntüyle beslenen bir kadındır. Bir iki ay kötü haber gelmese hastalanır, yataklara düşer. Bu son gelişmeler ona bir meşgale oldu. Durup durup yakınacağı, oyalanacağı, eşe dosta anlatacağı bir şeyler çıktı. Bayramda eve bir dolu insan geleceğini düşünürsek mevzunun biraz daha uzamasını istiyor olabilir. Hayır, abartmıyorum.

Eski bayramları özleten tüm bu gelişmeler dünyanın her yerinde değişik şekilde yaşanıyor. Ama bizim meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe içindeki evimiz  o dünyaya dahil değil. Her ne kadar evin dışında bir tad eksilmesi olsa da, evin içerisinde bayramı bütün lezzetiyle yaşadık. Sabah kahvaltısının toplanmasının ardından ilk olarak mahallenin çocukları çaldılar kapıyı. Her bayram aynı saatlerde gelirler. Ceplerinde, babamın bir gün önce bankaya gidip çocuklara dağıtmak için bozdurduğu beş liralarla döneceklerini  bilirler. En son geçen bayram babam, "bayram arasında evin önünden geçmiyorlar, bu bayram para mara yok onlara" demişti. O sırada annem girmişti araya. "Hayatım," demişti, "Şimdi vermezsen çok büyük hayal kırıklığı yaşarlar ama..." Babam da yine kıyamamış, sevindirmişti çocukları.

Çocuklar gider gitmez, yeni misafirler geldi bayramlaşmaya. Öyle ki, kahvaltının ardından içmeyi adet edindiğimiz kahvelerimizi de onlarla beraber içtik. Annemin sevincine diyecek yoktu. Hayatta en sevdiği şey yedirip, içirmektir. Her gelen misafirle birlikte adeta coşar. Bizim evde bayram ziyareti de dahil hiçbir ziyaret kısa olmaz zaten. Postacı bile gelse, içecek varsa içecek, yoksa su ikram edilmeden gönderilmez. Ve annem, bayramda gelen misafirlere bir gün önce yaptığı ev baklavasından yemeden gitmek gibi bir şans da tanımaz.  Ben sevmiyorum ama bayram; ev baklavasıdır. Tabi sırf sevmiyorum diye gidip de "Hayır bayram frambuazlı cheesecake'tir" gibi saçma bir iddiada da bulunmuyorum. Allah bu bayram hepimize bu hoşgörüden versin.

İlk misafirlerin gelişiyle birlikte açılan bahçe kapısı o gün akşama kadar bir daha kapanmaz. Misafirler ardı ardına gelirler. Kimi zaman biri gitmeden yenisinin geldiği, hatta iki misafirin aynı anda geldiği bile olur. Tüm bunlar yaşanırken annemi izlemelisiniz. Katiyen panik yapmaz. Hazırlıklıdır. Her misafirle tek tek ilgilenir. Herkesi evinden memnun gönderir. İnsanlarla hukukunun sağlam olmasının karşılığını bu ziyaretlerle aldığını bildiğinden, lütuflarına da layık olmaya çalışır. Fakat bunu sanki doğuştan gelen bir yeteneğiymişçesine başarır. Tabi tüm bu ağırlama aşaması boyunca babam, koltuğundan sadece misafirleri karşılamak için kapıya gittiğinde kalkar. Onun dışında misafirlerle sohbet etmek işini üstlenir. Enteresan hikâyeler anlatır. Ağırlama işinin kendine ait olan kısmını başarıyla yerine getirir. 

Bu karmaşanın, pardon bayram gününün, içerisinde en zor görev benimkidir. Ben ilk olarak misafirlerle ilgilenip, okulumla, okulumla bağlantılı olarak İstanbul'la, okulum ve İstanbul'la bağlantılı olarak da gelecek planlarımla ilgili sordukları sorulara cevap veririm. Bir yerde konu mutlaka evliliğe gelir. Önceden okuduğum için sorun yoktu ama bu seneyle birlikte durum ciddileşiyor. Ben bu sırada misafirlerin yanından, evin bir yerlerinde ağlayıp zırlayan çocuklarıyla oynamak için ayrılmayı tercih ediyorum. Tüm bunlar bayram boyunca kırk elli kez tekrar ediyor. Yani ben her bayram en az kırk kez, Yıldız'da okuyorum, İstanbul'da, hayır özel okul değil, gemi mühendisliği -bunu da gemi makineleri işletme mühendisliği dediğimde dört beş soru daha soracakları için kısa kesiyorum- dört yıllık, evet denizde çalışıyoruz, çok kalmayı düşünmüyorum, belki İstanbul'da bir süre yaşayabilirim, kısmet, çok teşekkür ederim, yok daha yaşım genç önce biraz birikim yapalım her şey zamanı gelince, aa öyle mi nerede okuyor, doğrudur ama hiç bilmiyorum, bir gün tanışırız belki, neyse ben bir içeriye bakayım yardım edilecek bir şey var mı, diyorum. Hele de Rasim Amcalar, anneannemi ziyarete gelmişse sadece onun için on kere tekrar ediyorum, eşi için de beş kere... En sonunda bugün dayanamadım, anneme veryansın ettim: "Bir eve bu kadar misafir gelir mi? Bu kadar iyi insanlar olmak zorunda mıydınız?" dedim. "Sus, sus. Misafir geldi" dedi ve kapıya koştu.

Annem bayram ziyaretine gitmek konusunda da, ziyarete gelenleri ağırlamak kadar yeteneklidir. Babamın akrabalarını ziyarete gittiğimizde, her evde en az yarım saat oturur. Evdeki her bireyle tek tek ilgilenir. Hepsinin geçmişlerini, geçirdikleri hastalıkları, olmuş ve planlanan düğün dernek ne varsa her şeyi bilir. Annem tam bir süper gelindir. Muhtemelen babamın akrabaları annemi babamdan daha çok seviyorlar. Hangi eve gitsek Hicap Yenge aşağı Hicap Gelin yukarı. Bayramlar annem için de doğuştan hazır olduğu bir gösteri adeta.

Benim için durum biraz daha farklı cereyan ediyor tabi. Ziyarete gitmeyi ben de seviyorum. Özellikle kendi arkadaşlarımın ailelerini... Babamın ihtiyar akrabaları için aynı istekle yola düşmüyorum ama bir kere vardıktan sonra onları memnun etmek için de elimden geleni yapıyorum. Nihayet geçen bayram babamın teyzesinin evinde, "Biraz daha oturalım" da dedim. Böylece bir çizgiyi de aşmış oldum. İhtiyarları memnun etmek çok önemli. Hem çoğunluğu da çok tatlı insanlar. Bir de hepsinin tadı aynı olan kalitesiz şekerlerden almam için ısrar etmeseler tatlarından yenmeyecekler. Evet, bu sefer abarttım.

Herkese, sevdikleriyle mutlu ve huzurlu bayramlar.

Samimiyetle...
-Bodrum. / 08Ağustos2013.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Hatırlanmayan Zamanlardan II / Her şeyin başı su.

Ürkütücü olan suyu tanımaman, suya güvenmemen. Halbuki izle! O hep en güzel yoldan gitmese, kimi zaman bir yerlerde biraz daha beklese, hatta yeniden yağmur olmak için, doğru yere dökülmek için buharlaşsa bile.. sonunda başka sulara kavuşacağı yoldan gidiyor.

---

Sesin bir başkasının gözleri oldu şimdi.

Sen, 'hadi sen de gel, yatak soğuk, üşürüm' derdin.

O, öyle der gibi bakıyor.

Ben.. :) ..geliyorum.

---

Şampuan bitmeye yüz tuttuğunda, ya dibindekini kapağın ağzına getirmek zor olduğu için yenisi alırsın ya da dibindekini de kullanabilesin diye içine biraz su koyarsın. İşte bazı ilişkiler de böyle..

Yersiz bir benzetme mi oldu? Bence neden su eklediğini konuşalım.

---

Hakikaten her şeyin başı su.. 

Ama günün sonunda, zaman uykusuzluğa yenik düşerken -ki çok tatlıdır uykusuz hâlleri- susulacakları susamıyorsan söylenecekleri söylemelisin.

Masal anlatabilirsin. Böylece o da uyandığında -ki yeni uyanmış hâlinden daha tatlı bir hâlini görmedim- masal gibi gülümseyebilir, masal gibi bir öpücük kondurabilir dudaklarına. Sonuçta mutluluk böyle bir şey.

Ya da

Kulağa fısıldanan bir iyi geceler öpücüğü de nur topu gibi bir günaydın öpücüğüne gebe kalabilir -onun mutlu günaydınlarından bahsetmiştim sanırım, bir daha anlatayım mı?

Belki ikisi de.. En nihayetinde masallar mutlu sonla bitmeli;

..sonra prens camdan tabutun kapağını aralamış ve Pamuk Prensesin iki dudağının arasına akla geldikçe büyüyen bir öpücük fısıldamış. Pamuk Prenses gözlerini açmış. Onun hayata döndüğünü gören Yedi Cüceler dans etmeye başlamışlar.

ve Yakışıklı Prens, Pamuk Prensesi kucağına alıp ata bindirmiş.

ve gecenin içine doğru yol almışlar..

ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar..

ve iyi uykular..

2 Ağustos 2013 Cuma

KKK

-"Geçen gün öldüm."

-"Aa, başın sağ olsun."

-"Dostlar sağ olsun, çok zor."

-"Zordur, bilirim."

-"Hayırdır, yoksa sende mi?"

-"Birkaç ay oluyor?"

-"Başın sağ olsun, hiç duymadık yaa."

-"Öldüm ya, ondan haber veremedim."

...

-"Ah.. Çok yalnızız be."

-"Vay amına koyayım, harbiden çok yalnızız."

-kkk. / Bodrum, 2Ağustos2013.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Kırmızı

bir senenin son günleri gibi bakıyorsun yüzüme
ertelediğin her şeyi bir valize tıkıp getirmişsin
bana bırakmak için mi,
bende kalmak için mi, bilmiyorum.

ertelenmiş duyguları eski bir zarfa koymuşsun
yazık, ilk bayatlayanlar onlar olmuş

ben de daha elle tutulur şeyler var sevgilim
canın istedikçe çıkarıp beni yeniden sevebileceğin
hafif paslı bir çay süzgüsü var mesela
bilirsin hiç istemem çayın çöpü ağzıma gelsin
mesele çayı ya da sevgiyi süzmek değil aslında
ya da gözlerini
ya da cumartesi de gel, pazar da.. deyişini
elimden geldiğince süzmeyi işte bir şeyleri
baksana ne çok şey geliyor aklıma çay deyince
biri çayımı süzmeden verince.. kötü oluyorum işte.

bir de yün patiklerin var
kanın hiç yok. biliyorum.
yine biliyorum, teşrin vakti olunca yaprak gibi titrersin
aslında sen
üşümeyi de kendince zarifleştirirsin
bunu söyleyemeyişim var bir de
onu da yanına al, üşüdükçe giyersin

ertelemek ya mesele
bir keresinde,
kırmızı saçlarını örmeye başladığın yere
taze bir papatya takacağım gelmişti
vazgeçmiştim nedense
al o papatyayı
zaten o gün saçlarına takmadım diye
papatya da kurudukça kırmızılaştı


-kırmızı. / Bodrum, Temmuz2013.

30 Temmuz 2013 Salı

Hatırlanmayan zamanlardan..

Uzakta olmanın en saf mahrumiyeti; göremeyeceksin. Yeri geldiğinde bir nevi mahremiyete de dönüşebilir. Bu düşünceme de ister kelime oyunu de, istersen de her şeyi planlı yapmama yor. İkisini de severim, bilirsin. Sadece, ayrılmayı da planladığımı ima etme. İma etmelerini hiç sevmiyorum, bunu da çok iyi biliyorsun.


---

Bu kadar zaman sonra bile hâlâ geri dönmeyecek oluşunu unutmaya çalışıyorum. Unutayım ki, beklemeye devam edebileyim. Zira, böylesi artık daha kolay. (Okuyorsan, 'zira' kelimesini kullanmayı sevdiğimi düşünüyorsundur, haklısın.)  Çünkü tanıdık bir acı bu. Uzun zamandan beri acılar içinde yaşadıktan sonra bile, yeni bir sancıda bocalayabilirim. Mümkünse unutayım geri dönmeyeceğin gerçeğini. Bir hüzün bir yalanda yitsin. Bir tebessüm bir gerçekte bitsin.

---

Ellerin.. diyeyim, yetsin.

Bu nasıl bir özlemse artık.. Uzundur böyle çaresiz bir hissi ağırlamadıklarından, sanki sana dair hissedebileceğim ne varsa tümünden mahrum olduklarından acıyor, hissedemediği için acıyor hisseden yerlerim.

Belki yetmez ama..
Ellerini diyorum.. Çok özlüyorum.

---

Günlerdir beni halsiz bırakan ruh sıkıntısının ardından, nihayet bugün güçsüz uyandım. Buradan sonrası son derece utanç verici. Güçsüz uyanmakla kalmadım, üzerine güçsüz bir de cümle kurdum. Herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle.. Gece uyumadan önce güçsüz olabilirsin, eyvallah. Onu da mahrem sayman gerek ama.. Konu başka; güçsüz uyumaya eyvallah ama güçsüz uyanıyorsan ayvayı yedin demektir.

---

Uyku saatlerinde benimle birlikte uyumayan, sarışın bir kız için, kreşin mutfağından kurabiye çalarken yakalandığımda keşfettim aşkı. O gün oyuncak saatinde yalnız başıma salıncaklarda oturduğuma hiç üzülmedim. Yalnız, yakalanmasam iyiydi. Hem kurabiyeleri verebilsem yanağımdan öperdi belki.

---

"ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hâlâ gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun sessizliği vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün…


Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir."


Merdivenlerden çıkıp, ikinci kata, kitap bölümüne geldiğimde bir müşteriyle ilgileniyordu. Ben de sessizce onu seyrederek iç tarafa doğru ilerledim, Türk Edebiyatı'nın olduğun bölüme. İncecik bedeniyle, tişörtünün üzerine geçirdiği gömleğinin içinde her zamanki haliyle, bir nergis gibi duruyordu. Onu ilk kez gördüğüm gün, eve gidene kadar içimdeki hisse isim bulmaya çalışmıştım. Sonunda, kendimi yatağa atıp onu düşünürken bir anda içim aynı hisle doldu. Nergis koklamış gibi hissediyordum; duru ve ferah.. Beyaz teni, bir yarım saat sonra nihayet arka bölüme gelip beni gördüğünde yanaklarından kızarmaya başladı. Ben 'iyi misin?' derken, o da aynı anda 'nasılsın?' diye sordu. Gülümsemelerimiz ve kızarıklıklar birlikte büyüdü. Aradığım kitapları bulup bulamadığımı sordu. Tabi ki bulamamıştım. Hemen not defterimi çıkarıp, kitapların daha önce adlarını ve yazarlarını not aldığım sayfaları aramaya başladım. Biraz uzun sürmesi için elimden gelen her şeyi yaptım. Sonunda isimlerini söylediğimde birlikte rafları taradık ama bulamadık. Kitaplardan biri Fransızca'ydı. O kitabı sorarken çok tereddüt etmiştim, keşke sormasaydım. Bu kitabın getirisi, konunun sonunda gelecek ay işi bırakıp Fransa'ya gideceğini öğrenmek oldu. Hiç bir şey diyemedim. Uzun bir süre sustum. Sonra başka bir kitap arayıp aramadığımı sordu, teşekkür ettim. Kitapçıdan ayrılmak için merdivenlere doğru ilerlerken, orada çalışan diğer adama Hasan Ali Toptaş'ın Yalnızlıklar'ını okuyup okumadığını soruyordu. İşte yazının başında yaptığım alıntı o kitaptan. İşte kitap soramayan ile kitap bulamayanın hikâyesinin bir kısmı..

---

"Biri var" ne tatlı cümledir.

-hatırlanmayan zamanlardan..

16 Nisan 2013 Salı

Saçının Kokusuna Takılma Sanatı / Günışığı I


buz tutmuş yollardan geldim
sobadan çok
avucunun içinde terlemeye muhtaç bedenim
yaz sıcağı var anılarımda
altınından yansırdı günışığı
kırmızı bir gölgeye saklanırdım

saçının kokusuna takılıp düşerdim
antik merdivenlerden
sen bir sol anahtarı olurdun
en ince bellisinden
ve ben notalarıydım
en sevdiğin yaz şarkısının
bir dans figürü oluverirdin
parmaklarımın arasında dolanırdın

izi kalmış dudaklarımın
saçlarında, boynunda,
sol yanağından akıyor adım
hiç gözyaşımız olmadı
ölümüne kahkahalar eğittik
fotoğrafa bakıp gördüğüm yüzünü de seviyorum
telefon kablolarından akan sesini de
rüyalarımda seninle yürümek çok güzel
ama en güzeli
sinemaya gidip filmi izlememek
bir film daha gelir mi
gider miyiz birlikte
bir gün elbet, yine..
                                                  ekim, 2010 / günışığı.

30 Mart 2013 Cumartesi

öyle olunca bir 35'lik daha söylüyorum

“..Bu kadar takma oğlum. Dünya’da bir tek o yok ya..”

“..Tabi canım altı milyar insan varmış, üç milyarı kadın olsa..”

“..Ah canım ya, duydum çok üzüldüm. Bence çok büyük hata yaptı. Salaklığına yansın. Akşam bana gel istersen, sohbet ederiz biraz. Kafan dağılır. Dört buçuk gibi kuaför..”

“Kanka n’aber? Akşam Lacivert’e yemeğe çıkıyoruz, kesin geliyorsun. Bak Aslı da Filiz diye bir arkadaşını getirecek, sıkılmazsın. Kızı sen gördün aslında. Geçen alışveriş merkezinde karşılaştığımızda yanımızdaydı.
..
Hadi be oğlum, oyunbozanlık yapma işte. Aslı’ya söz verdim. Ben söylersem gelir, dedim.
..
Sana güvenip söz verdim, neye güveneceğim. Hadi kardeşim be, satma işte..”

            Bu kadarı yeter! Lacivert.. Seninle tanıştığımız yer. Daha doğrusu, benimle tanıştığın yer.

-------

            Sen gittin. Kimse özlemiyor seni. Yerine adaylar bulunuyor, aday olunuyor. Nasıl böyle kolay alıştılar yokluğuna, sindiremiyorum. Kimse sana yeniden şarkılar söyleten kadınla ilgilenmiyor. Herkes sana şarkı söylemeyi bıraktıran kadını merak ediyor. O hikâyeyi dinlemek istiyor. Üç milyar kadın varmış. Bunu söylerken, bir zamanlar aynı üç milyar kadının arasından seni seçtiğimi unutuyorlar. Ben.. unutamıyorum.

            Poyrazı bol bir Çengelköy akşamında, ıslık çalıp, “Şefim bize iki çay!” diye bağırışını unutamıyorum. Karşında oturan adam kıpkırmızı kesilmiş, masanın altına doğru kayıyordu. Sonra bir daha da görmedim zaten yanında.
                
            Evinin olduğu mahallede çocuklarla top oynuyordun. Top yaşlı bir kadının camından içeri kaçmıştı. Teyze topu kesip pencereden geri atınca çok sinirlenmiştin. “Evini başına yıkacağım o bunağın. Hiç çocuk olmadı sanki” diye bağırıyordun. Çocuklar zor sakinleştirmişlerdi. Çocukluğunu.. unutamıyorum. Birkaç gün sonra arkadaşlarımın davet ettiği yemekte masada seni gördüğümdeki şaşkınlığımı da.. Bunları sana hiç anlatmadım ama.. yeni topu alan bendim. Çocuklara, “oğlum yabancılardan bir şey almayacaksınız demedim mi size? Eda Ablanız var burada. Her şeyinizi gelip bana söyleyeceksiniz” demiştin. Bana da okkalı bir küfür savurmuştun: “Böyle kandırıyorlar işte çocukları, şerefsizler!”
                
             Az önce arayıp beni biriyle tanıştırmak için yemeğe davet eden Furkan ile Aslı,zamanında seni de benimle tanıştırmıştı. Aslı’yla mimarlık fakültesinden arkadaştınız. Bazı insanlar etraflarında hovarda tip görmeye dayanamazlar. Bir zamanlarki eğlenceli geçmişlerinin, başkaları tarafından gözlerinin önünde capcanlı yaşanmasına katlanamazlar. Hiç yaşayamadıkları bir geçmişin kıskançlığı da olabilir bu. Kendi ilişkileri monotonlaştıkça, aynı boğucu hayata başkalarını da çekmek isterler, en yakınlarındakinden başlayarak tabi. Sorunun kendilerinde olmadığını görmek isterler. Her ilişkide aynı sorunların yaşandığına ikna olup, içlerini rahatlatmaya çalışırlar. Sıkıcı birer varlığa dönüştükleri gerçeğiyle yüzleşmekten korkarlar. Bizde durum ters tepti tabi.. Giderek aramız açıldı hatta. Biz seninle ülkenin dört bir yanını gezip, sıra dışı mutluluklar yaşarken; onlar sosyal medyada paylaştığımız anlık fotoğrafları takip ederek geçirdiler günlerini. O sıralar Aslı’nın eve gelir gelmez bilgisayarını açıp, Eda yeni fotoğraf paylaşmış mı acaba diye baktığını ikimiz de çok iyi biliyorduk. Daha o gün yemek sırasında anlaşılmıştı bu durum; eğer bir birliktelik yaşayacaksak bile, bu ilişki Furkan ve Aslı’dan uzak olacaktı.

Aslı sana bir önceki hafta sonu ofistekilerle gittiğiniz yemeği sormuştu. Sen de, “Deniz mahsulleri çok iyiydi. Hepsini denedik neredeyse. Balıklar hariç tabi. Ama en güzeli..” derken Aslı girmişti araya:

“Dur söyleme sakın, Selim bilsin. Deniz ürünleri konusunda çok iyidir. Bir yere gideceksek ona sorarız hep. Hiç konuşmuyorsun Selim, bir şey desene. Normalde hiç böyle değildir. Çok konuşkandır.”

Birbirimize bakıp gülümsemiştik. Aslı’nın bütün planı alenileştirişinin ardından paylaştığımız o gülüş çok özeldi. O gülüşü unutamıyorum. Çocuk değildik. Bu yemeğin ne için organize edildiğini ikimiz de biliyorduk. İtiraf etmek gerekirse o gün kıyafetime de özenmiştim. Siyah takım, gri gömlek, metal kayışlı, lacivert kadranlı saatim..Şık görünmek istediğimde ve bunu riske atamayacağımda kullandığım kombinasyondur bu. Yemeğin kalanında gizli bir dille anlaştık; minik gülümsemeler, birbirini kollamalar, yakalanan gizli bakışlar.. Bakışların.. Bakışlarını.. unutamıyorum.

O bakışlar sayesinde, sigara içmeye çıktığında, “Eşlik edebilir miyim?” diye sorabildim. Dışarıda ilk konuşan sen oldun. Zaten benden daha konuşkansındır. “Herkes senden daha konuşkandır” derdin. Şimdi gelsen susabilir miyim acaba yine? Neyse.. Şöyle başlamıştın konuşmaya yanılmıyorsam:

“Kaç yıldır arkadaşsınız Furkan’la?”

“Liseden beri.”

“Niye uyarmadın çocuğu?”Anlamamış gibi yapınca üstelemiştin. “Oynamayı bırakalım, onlarla takılmayı sevmediğin besbelli. Kendileri bile birlikte takılmaya katlanamıyorlar ki birilerini çağırıyorlar. Aslı konusunda uyarmalıydın Furkan'ı. Arkadaş arkadaşa bunu yapar mı?”

Ufak bir ‘bırakalım bunları’ mimiğiyle geçiştirince devam ettin.

“Az konuşman iyi, ben öyle severim.”

Gülümsedim.

“Çok iyi gidiyorsun bak.”

“Karides yemeye gidelim mi? Senin oradaki o kadar da güzel değil.”

Yüzün ışıldamıştı. “Sahiden de bildin. Hakkını yiyorsun bence ama neyse, ne zaman gidiyoruz?”

“Şimdi.”  İlk kez sirk gören bir çocuk gibi gülümsemiştin. Giderek büyüyen bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Bu gülüşü de..unutamıyorum.

Sen gittin. Ben de evin tadını çıkarmaya karar verdim biraz. Bahçenin, çatı katının.. Kırılan rafı onardım. Odalar hep derli toplu. Süheyla Abla iki haftadır gelmiyor. “Sen iyice kirlet, o zaman ararsın, gelirim” dedi. Bir taraftan da gelmesin istiyorum zaten. Temizlemesin. Toz alırken dokunuşunu da alıp götürecek. Cumartesi sabahı –kaç cumartesi geçti üzerinden?- kaynatırken taşırdığın sütün katılaşmış lekesini silecek. Biraz daha kalsın istiyorum tüm bunlar. Neyse ki toz beziyle alınamayacak, bulaşık süngeriyle kazınamayacak kadar katılaşmış izlerin var. Evet.. Şimdi bile duyabiliyorum sesini sevgilim. Modern Times’ı izlediğimiz geceki kahkahalarını.. Koridorda ilerleyen adımlarını, açtığın musluktan akan suyun, dişlerini fırçalayışının sesini.. “Kapıyı kilitlemeyi unutma!” diye seslenişini.. duyuyorum işte.

İyi geceler sevgilim..

-------

Yalan söylemeye gerek yok. İyi geçmiyor geceler. Hoş, gündüzlerin de aşağı kalır yanı yok. Yeni yeni sokağa çıkmaya başladım. Sabah ilk uyananlar fırıncılar oluyor, gece bekçisinden emanet alıyorlar sokağın devriyesini. Öyle ya, en iyi istihbarat teşkilatı mahallenin esnafıdır. Bizim topraklarda böyledir en azından. Eve kapanıp, bir süre dışarıyı dışarıya kilitledikten sonra şimdi de sokaklar iyi geliyor yaralarıma. Cem Baba’ya uğradım geçenlerde. Geçenlerde dediğim de dün. Çok güzel iki yeni kitap aldım. Bir de defalarca okuduğum Hemingway’in SilahlaraVeda’sını.. Ciltli, anadilinde, 1952 baskısını bulmuş Cem Baba. Biraz fazla para verdim belki ama iyi ki almışım. Tamir ettiğim, kırık rafa koydum üçünü de. Silahlara Veda’yı yine hüzünle bitirdim, bu sefer biraz farklıydı belki. Son birkaç okuyuşumda iki güne kadar düşürmüştüm etkisinden kurtulmayı. Bu sefer yine bir haftayı buldu. Başa döndük anlayacağın. Yine de Freddy ve Cat’i özlemişim. Fred iyi adamdır ama öyle çok âşık olunacak bir adam da değil esasen. Hikâyenin sonuyla ilgili ne çok sıkıntım var biliyorsun. Sahiden, bu kadar mutsuz gerçeklik varken, bu kadar zor mu mutlu son yazmak?

Sen gittin. Gidişinle beraber bitseydi keşke her şey. “Son” yazsaydı ve kararsaydı ekran. Oyuncular hızla aksaydı. Tüm bu hikâyeye eşlik eden müziklere dikkat kesilseydik. İncesaz’dan Son Vapur çalıyor olsaydı. Herkese hakkı teslim edildikten sonra ebedi karanlığa boğulsaydık.

Öyle olmadı. Şimdi “son”dan sonrasını yaşamak zorundayım.

Meğer ne çok bilge varmış etrafımda. Ne Süheyla Abla, ne Cem Baba, ne bakkal Halil Abi hatta sana âşık olduğunu düşündüğüm çırağı Ali bile tek kelime etmediler seninle ilgili, nerede diye sormadılar. Hatta Ali birkaç kere gelip basketbol oynamaya çağırdı. Hayata döneyim diye uğraşıyor.

Herkes kolayca alıştı yokluğuna. Bir tek Refik’tekiler hazmedemedi gidişini. Hâlâ daha “Abi bugün yalnız gelmişsin” diyorlar. Öyle olunca bir 35’lik daha söylüyorum, belki biraz da ondan.

Böyle işte.. Sen gittin. Zaman yavaşlar sanıyordum. Herkes benimle birlikte yaşamayı bırakır sanıyordum. Öyle olmuyormuş. İlk kez bir ilişki yitmiyor hayatımda ama yine de insan bunu öğrenemiyor. Öğrense, alışsa daha kötü.. Bir daha asla iyi hissedemez kendini.  

Sen gittin. Benim de gitme vaktim geldi artık. Neyse ki, gitmeyi öğrenmiştim bir zamanlar; zordu. Sen gittin.. Git demeyi de öğrendim; daha zormuş. Şimdilerde kendime rağmen gitmeyi öğreniyorum. Belki gün gelir, dayanamayıp dönmeyi öğrenirim.
                                       -öyle olunca bir 35’lik daha söylüyorum. / 11 mart 2013.

11 Mart 2013 Pazartesi

Bakkal Amca


                Kapı çalıyor. Gözlerimi açtım. Telefonun alarmıymış. Bizim yumurcaklar değiştirdi herhalde alarm sesini. İyi de olmuş. Bir sürü güzel şarkıyı dinleyemez oldum bu yüzden. Öyledir, bir kere alarm sesin oldu mu, bir daha eskisi gibi dinleyemezsin o şarkıyı. Alarm sesidir artık o. Düşündüm de.. ne çok şey var eskisi gibi olmayan.
                Dayımla yengem bendelerdi bir haftadır. Dayım üniversitede okuduğum zamanlar söylerdi: “Çok gelmek istiyorum senin eve. En son seksen altıda tezkereyi aldık, gidiş o gidiş. Çok değişmiştir şimdi oralar.” Sonra başlardı askerlik anılarını anlatmaya.. İstanbul’u anlatırdı, kendi aklındaki hâliyle. Ona göre Beykoz da Avrupa yakasındaydı ama hiç bozmazdım.
                Geçen ofisteyken Nazlı sordu, tatilde memlekete gidecek misiniz, diye. O an ampul yandı kafamda. Hemen aradım.
                “Dayıcım nasılsın?”
                “Ohooo! İyiyim koçum, sen nasılsın? Kar yağmaya başladı mı?”
                “Şükür dayıcım. Vallahi daha kuru soğuk var ancak ama şansınıza haftaya yağar belki.”
                Şaşırdı dayım. Anlayamadı. Aklına geldi bu sürpriz belki ama konduramadı. O kekelerken ben uzatmadım daha fazla: “Cuma kapanıyormuş çocukların okulu. Cumartesi akşamı uçağınız, Pazar kahvaltısını da Çengelköy’de yaparız.”
                “Allaaahh.. Oğlum olur mu öyle şey yahu.”
                “Olur, olur. Aldım zaten biletlerinizi. Birol Kaptan bakıversin bir hafta kahvehaneye.”
                “Baksın tabi ya. Biz de yeğenimizin evini görelim bi. Ne zamandır istiyordu yengen de. Annen anlatır durur her geldiğinde.”
                “Çocuklara da söylemeyin sürpriz olsun, karne hediyesi.”
                “Esas onlar uçacak zaten havalara. Vallahi ne iyi ettin, sevindirdin bizi.”
                “Ben iyi bilirim şubat tatilinde bütün sınıf şehir dışına tatile giderken, siz ne yapacaksınız, denildiğinde susup geçiştirmeyi. Yalan söylediğim bile oldu. Bu tatil onlar da hayallerini yaşasınlar.”
                “Ah oğlum, gök sevinç olacaklar. Ben yine söylemeyeyim de, başka çocukların boynunu bükmesinler.”
                Böyle de düşüncelidir dayım, içlidir. Kimse kırılsın istemez. Küçükken dedem ayda bir ancak et alabilirmiş eve. Üç çocuk birden pirzola pişecek günü beklerlermiş. Sofrada da herkesin tabağından birer tane alırmış dayım. Sonra kıyamaz, herkese geri dağıtırmış. Ne iyi ettiler de geldiler.
                Berk ile Yağmur’un mutlulukları yüzlerinden okunuyordu havalimanında. Hele bir sarılışları vardı ki.. Yağmur akşama kadar “Anne erkenden gidelim, uçağı kaçırmayalım” deyip durmuş. “Çocuklar da biz de sayende uçağa bindik” dedi yengem. Dayım da Berk’e takılıp duruyordu: “Ulen sen benim oğlum değilsin. Erkek adam uçaktan korkar mı? Bak kardeşine, sesi çıkmadı.” Alarm sesini de Yağmur değiştirdi herhalde. Şimdi uzun bir süre, her sabah uyandığımda Yağmur gelir aklıma, iyi oldu böylesi.
                Ben yatakta dönüp dururken, ertelediğim alarm çaldı. Saat 06:00. Erteleyeceğimi bildiğimden 05:45’e kuruyorum. Yağmur diyordu, “Abi bu saatte uyanılır mı, kurtlar, kuşlar uyuyordur daha.” Erken kalkınca gün öyle bereketli oluyor ki. Koşu, duş, kahvaltı, gazete derken saat ancak 08:00 oluyor. Kimilerinin alarmı o saatte çalıyor mesela. Tabi, bir de daha erteleyecekler. Böyle demedim tabi Yağmur’a. Öptüm alnından, “Hadi sen uyu bakalım, ben kuşları uyandırıp geliyorum.”
                Spor ayakkabılarımı giydim. Üzerime ince rüzgârlığımı aldım. Kapıyı sessizce çektim. İçeride kimse yok hâlbuki ama alışkanlık işte. Bu saatte kesin birileri uyuyordur. Koşudan dönerken yine esnafa günaydınlar saçarak geçtim çarşıdan. Asım Usta yeni hazırlıyordu enfes dönerini. Onun dükkânının önünde durdum, ayaküstü hoş beş. Akşamüstü kapatırken gel de bir çay içelim, dedi. Döner yemeye gelmiyorum diye de sitem etti. Bilmeyen arkadaşlarımı getiriyorum ya Usta, onlarlayken yiyorum, diye gönlünü almaya çalıştım. Giderken arkamdan seslendi; geçen gün beraber geldiğim kumral kız güzelmiş. Hınzır hınzır gülümsedik. Bekârlığım rahatsız mı ediyor acaba mahalleyi?
    Bakkala uğradım. Günaydın bakkal amca, diyemedim. Koca adam oldum ya artık. Yılların bakkal amcası, benim İrfan Abim olabiliyor ancak. Dayım da dedi geçen gün, kocaman adam oldun, doğumun dün gibi aklımda, diye. Annemle babam hep diyorlar. Bana kimse öğretmedi kocaman adam olmayı. İstemedim de zaten. Kocaman adamların hiçbir şey yapmaya hakkı yok. Salıncağa binemiyor kocaman adamlar, aylak aylak gezemiyorlar. Yürüyemeyecek kadar sarhoş olamıyorlar. Şöyle oturup hıçkırarak ağlayamıyorlar. Ben sayfaları diğerlerinden daha kolay çevrilen gazetemi aldığım sırada küçük bir çocuk girdi içeri. Bakkal amca babam iki ekmek bir de kırmızı marlboro istiyor, dedi. Kıskanacak oldum, babamın sözleri geldi aklıma: “Sen kocaman adam oldun artık, bırak oyuncaklarını kardeşin oynasın. Kıskanacak yaşı çoktan geçtin.” Hatta daha dün aynı cümleyi dayım, Berk’e söyledi. Doğru, kocaman olunca kıskanamıyor da insan. Düşünceli düşünceli cam şişedeki süte uzanırken sordu İrfan Abi:
“Hayırdır, dalgınsın bu sabah.”
“Yok be İrfan Abi, boş şişeyi getirmeyi unutmuşum da, akşamüstü bıraksam olur mu?”
                                                                                      -bakkalamca. / 5aralık2012.