30 Mart 2013 Cumartesi

öyle olunca bir 35'lik daha söylüyorum

“..Bu kadar takma oğlum. Dünya’da bir tek o yok ya..”

“..Tabi canım altı milyar insan varmış, üç milyarı kadın olsa..”

“..Ah canım ya, duydum çok üzüldüm. Bence çok büyük hata yaptı. Salaklığına yansın. Akşam bana gel istersen, sohbet ederiz biraz. Kafan dağılır. Dört buçuk gibi kuaför..”

“Kanka n’aber? Akşam Lacivert’e yemeğe çıkıyoruz, kesin geliyorsun. Bak Aslı da Filiz diye bir arkadaşını getirecek, sıkılmazsın. Kızı sen gördün aslında. Geçen alışveriş merkezinde karşılaştığımızda yanımızdaydı.
..
Hadi be oğlum, oyunbozanlık yapma işte. Aslı’ya söz verdim. Ben söylersem gelir, dedim.
..
Sana güvenip söz verdim, neye güveneceğim. Hadi kardeşim be, satma işte..”

            Bu kadarı yeter! Lacivert.. Seninle tanıştığımız yer. Daha doğrusu, benimle tanıştığın yer.

-------

            Sen gittin. Kimse özlemiyor seni. Yerine adaylar bulunuyor, aday olunuyor. Nasıl böyle kolay alıştılar yokluğuna, sindiremiyorum. Kimse sana yeniden şarkılar söyleten kadınla ilgilenmiyor. Herkes sana şarkı söylemeyi bıraktıran kadını merak ediyor. O hikâyeyi dinlemek istiyor. Üç milyar kadın varmış. Bunu söylerken, bir zamanlar aynı üç milyar kadının arasından seni seçtiğimi unutuyorlar. Ben.. unutamıyorum.

            Poyrazı bol bir Çengelköy akşamında, ıslık çalıp, “Şefim bize iki çay!” diye bağırışını unutamıyorum. Karşında oturan adam kıpkırmızı kesilmiş, masanın altına doğru kayıyordu. Sonra bir daha da görmedim zaten yanında.
                
            Evinin olduğu mahallede çocuklarla top oynuyordun. Top yaşlı bir kadının camından içeri kaçmıştı. Teyze topu kesip pencereden geri atınca çok sinirlenmiştin. “Evini başına yıkacağım o bunağın. Hiç çocuk olmadı sanki” diye bağırıyordun. Çocuklar zor sakinleştirmişlerdi. Çocukluğunu.. unutamıyorum. Birkaç gün sonra arkadaşlarımın davet ettiği yemekte masada seni gördüğümdeki şaşkınlığımı da.. Bunları sana hiç anlatmadım ama.. yeni topu alan bendim. Çocuklara, “oğlum yabancılardan bir şey almayacaksınız demedim mi size? Eda Ablanız var burada. Her şeyinizi gelip bana söyleyeceksiniz” demiştin. Bana da okkalı bir küfür savurmuştun: “Böyle kandırıyorlar işte çocukları, şerefsizler!”
                
             Az önce arayıp beni biriyle tanıştırmak için yemeğe davet eden Furkan ile Aslı,zamanında seni de benimle tanıştırmıştı. Aslı’yla mimarlık fakültesinden arkadaştınız. Bazı insanlar etraflarında hovarda tip görmeye dayanamazlar. Bir zamanlarki eğlenceli geçmişlerinin, başkaları tarafından gözlerinin önünde capcanlı yaşanmasına katlanamazlar. Hiç yaşayamadıkları bir geçmişin kıskançlığı da olabilir bu. Kendi ilişkileri monotonlaştıkça, aynı boğucu hayata başkalarını da çekmek isterler, en yakınlarındakinden başlayarak tabi. Sorunun kendilerinde olmadığını görmek isterler. Her ilişkide aynı sorunların yaşandığına ikna olup, içlerini rahatlatmaya çalışırlar. Sıkıcı birer varlığa dönüştükleri gerçeğiyle yüzleşmekten korkarlar. Bizde durum ters tepti tabi.. Giderek aramız açıldı hatta. Biz seninle ülkenin dört bir yanını gezip, sıra dışı mutluluklar yaşarken; onlar sosyal medyada paylaştığımız anlık fotoğrafları takip ederek geçirdiler günlerini. O sıralar Aslı’nın eve gelir gelmez bilgisayarını açıp, Eda yeni fotoğraf paylaşmış mı acaba diye baktığını ikimiz de çok iyi biliyorduk. Daha o gün yemek sırasında anlaşılmıştı bu durum; eğer bir birliktelik yaşayacaksak bile, bu ilişki Furkan ve Aslı’dan uzak olacaktı.

Aslı sana bir önceki hafta sonu ofistekilerle gittiğiniz yemeği sormuştu. Sen de, “Deniz mahsulleri çok iyiydi. Hepsini denedik neredeyse. Balıklar hariç tabi. Ama en güzeli..” derken Aslı girmişti araya:

“Dur söyleme sakın, Selim bilsin. Deniz ürünleri konusunda çok iyidir. Bir yere gideceksek ona sorarız hep. Hiç konuşmuyorsun Selim, bir şey desene. Normalde hiç böyle değildir. Çok konuşkandır.”

Birbirimize bakıp gülümsemiştik. Aslı’nın bütün planı alenileştirişinin ardından paylaştığımız o gülüş çok özeldi. O gülüşü unutamıyorum. Çocuk değildik. Bu yemeğin ne için organize edildiğini ikimiz de biliyorduk. İtiraf etmek gerekirse o gün kıyafetime de özenmiştim. Siyah takım, gri gömlek, metal kayışlı, lacivert kadranlı saatim..Şık görünmek istediğimde ve bunu riske atamayacağımda kullandığım kombinasyondur bu. Yemeğin kalanında gizli bir dille anlaştık; minik gülümsemeler, birbirini kollamalar, yakalanan gizli bakışlar.. Bakışların.. Bakışlarını.. unutamıyorum.

O bakışlar sayesinde, sigara içmeye çıktığında, “Eşlik edebilir miyim?” diye sorabildim. Dışarıda ilk konuşan sen oldun. Zaten benden daha konuşkansındır. “Herkes senden daha konuşkandır” derdin. Şimdi gelsen susabilir miyim acaba yine? Neyse.. Şöyle başlamıştın konuşmaya yanılmıyorsam:

“Kaç yıldır arkadaşsınız Furkan’la?”

“Liseden beri.”

“Niye uyarmadın çocuğu?”Anlamamış gibi yapınca üstelemiştin. “Oynamayı bırakalım, onlarla takılmayı sevmediğin besbelli. Kendileri bile birlikte takılmaya katlanamıyorlar ki birilerini çağırıyorlar. Aslı konusunda uyarmalıydın Furkan'ı. Arkadaş arkadaşa bunu yapar mı?”

Ufak bir ‘bırakalım bunları’ mimiğiyle geçiştirince devam ettin.

“Az konuşman iyi, ben öyle severim.”

Gülümsedim.

“Çok iyi gidiyorsun bak.”

“Karides yemeye gidelim mi? Senin oradaki o kadar da güzel değil.”

Yüzün ışıldamıştı. “Sahiden de bildin. Hakkını yiyorsun bence ama neyse, ne zaman gidiyoruz?”

“Şimdi.”  İlk kez sirk gören bir çocuk gibi gülümsemiştin. Giderek büyüyen bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Bu gülüşü de..unutamıyorum.

Sen gittin. Ben de evin tadını çıkarmaya karar verdim biraz. Bahçenin, çatı katının.. Kırılan rafı onardım. Odalar hep derli toplu. Süheyla Abla iki haftadır gelmiyor. “Sen iyice kirlet, o zaman ararsın, gelirim” dedi. Bir taraftan da gelmesin istiyorum zaten. Temizlemesin. Toz alırken dokunuşunu da alıp götürecek. Cumartesi sabahı –kaç cumartesi geçti üzerinden?- kaynatırken taşırdığın sütün katılaşmış lekesini silecek. Biraz daha kalsın istiyorum tüm bunlar. Neyse ki toz beziyle alınamayacak, bulaşık süngeriyle kazınamayacak kadar katılaşmış izlerin var. Evet.. Şimdi bile duyabiliyorum sesini sevgilim. Modern Times’ı izlediğimiz geceki kahkahalarını.. Koridorda ilerleyen adımlarını, açtığın musluktan akan suyun, dişlerini fırçalayışının sesini.. “Kapıyı kilitlemeyi unutma!” diye seslenişini.. duyuyorum işte.

İyi geceler sevgilim..

-------

Yalan söylemeye gerek yok. İyi geçmiyor geceler. Hoş, gündüzlerin de aşağı kalır yanı yok. Yeni yeni sokağa çıkmaya başladım. Sabah ilk uyananlar fırıncılar oluyor, gece bekçisinden emanet alıyorlar sokağın devriyesini. Öyle ya, en iyi istihbarat teşkilatı mahallenin esnafıdır. Bizim topraklarda böyledir en azından. Eve kapanıp, bir süre dışarıyı dışarıya kilitledikten sonra şimdi de sokaklar iyi geliyor yaralarıma. Cem Baba’ya uğradım geçenlerde. Geçenlerde dediğim de dün. Çok güzel iki yeni kitap aldım. Bir de defalarca okuduğum Hemingway’in SilahlaraVeda’sını.. Ciltli, anadilinde, 1952 baskısını bulmuş Cem Baba. Biraz fazla para verdim belki ama iyi ki almışım. Tamir ettiğim, kırık rafa koydum üçünü de. Silahlara Veda’yı yine hüzünle bitirdim, bu sefer biraz farklıydı belki. Son birkaç okuyuşumda iki güne kadar düşürmüştüm etkisinden kurtulmayı. Bu sefer yine bir haftayı buldu. Başa döndük anlayacağın. Yine de Freddy ve Cat’i özlemişim. Fred iyi adamdır ama öyle çok âşık olunacak bir adam da değil esasen. Hikâyenin sonuyla ilgili ne çok sıkıntım var biliyorsun. Sahiden, bu kadar mutsuz gerçeklik varken, bu kadar zor mu mutlu son yazmak?

Sen gittin. Gidişinle beraber bitseydi keşke her şey. “Son” yazsaydı ve kararsaydı ekran. Oyuncular hızla aksaydı. Tüm bu hikâyeye eşlik eden müziklere dikkat kesilseydik. İncesaz’dan Son Vapur çalıyor olsaydı. Herkese hakkı teslim edildikten sonra ebedi karanlığa boğulsaydık.

Öyle olmadı. Şimdi “son”dan sonrasını yaşamak zorundayım.

Meğer ne çok bilge varmış etrafımda. Ne Süheyla Abla, ne Cem Baba, ne bakkal Halil Abi hatta sana âşık olduğunu düşündüğüm çırağı Ali bile tek kelime etmediler seninle ilgili, nerede diye sormadılar. Hatta Ali birkaç kere gelip basketbol oynamaya çağırdı. Hayata döneyim diye uğraşıyor.

Herkes kolayca alıştı yokluğuna. Bir tek Refik’tekiler hazmedemedi gidişini. Hâlâ daha “Abi bugün yalnız gelmişsin” diyorlar. Öyle olunca bir 35’lik daha söylüyorum, belki biraz da ondan.

Böyle işte.. Sen gittin. Zaman yavaşlar sanıyordum. Herkes benimle birlikte yaşamayı bırakır sanıyordum. Öyle olmuyormuş. İlk kez bir ilişki yitmiyor hayatımda ama yine de insan bunu öğrenemiyor. Öğrense, alışsa daha kötü.. Bir daha asla iyi hissedemez kendini.  

Sen gittin. Benim de gitme vaktim geldi artık. Neyse ki, gitmeyi öğrenmiştim bir zamanlar; zordu. Sen gittin.. Git demeyi de öğrendim; daha zormuş. Şimdilerde kendime rağmen gitmeyi öğreniyorum. Belki gün gelir, dayanamayıp dönmeyi öğrenirim.
                                       -öyle olunca bir 35’lik daha söylüyorum. / 11 mart 2013.

11 Mart 2013 Pazartesi

Bakkal Amca


                Kapı çalıyor. Gözlerimi açtım. Telefonun alarmıymış. Bizim yumurcaklar değiştirdi herhalde alarm sesini. İyi de olmuş. Bir sürü güzel şarkıyı dinleyemez oldum bu yüzden. Öyledir, bir kere alarm sesin oldu mu, bir daha eskisi gibi dinleyemezsin o şarkıyı. Alarm sesidir artık o. Düşündüm de.. ne çok şey var eskisi gibi olmayan.
                Dayımla yengem bendelerdi bir haftadır. Dayım üniversitede okuduğum zamanlar söylerdi: “Çok gelmek istiyorum senin eve. En son seksen altıda tezkereyi aldık, gidiş o gidiş. Çok değişmiştir şimdi oralar.” Sonra başlardı askerlik anılarını anlatmaya.. İstanbul’u anlatırdı, kendi aklındaki hâliyle. Ona göre Beykoz da Avrupa yakasındaydı ama hiç bozmazdım.
                Geçen ofisteyken Nazlı sordu, tatilde memlekete gidecek misiniz, diye. O an ampul yandı kafamda. Hemen aradım.
                “Dayıcım nasılsın?”
                “Ohooo! İyiyim koçum, sen nasılsın? Kar yağmaya başladı mı?”
                “Şükür dayıcım. Vallahi daha kuru soğuk var ancak ama şansınıza haftaya yağar belki.”
                Şaşırdı dayım. Anlayamadı. Aklına geldi bu sürpriz belki ama konduramadı. O kekelerken ben uzatmadım daha fazla: “Cuma kapanıyormuş çocukların okulu. Cumartesi akşamı uçağınız, Pazar kahvaltısını da Çengelköy’de yaparız.”
                “Allaaahh.. Oğlum olur mu öyle şey yahu.”
                “Olur, olur. Aldım zaten biletlerinizi. Birol Kaptan bakıversin bir hafta kahvehaneye.”
                “Baksın tabi ya. Biz de yeğenimizin evini görelim bi. Ne zamandır istiyordu yengen de. Annen anlatır durur her geldiğinde.”
                “Çocuklara da söylemeyin sürpriz olsun, karne hediyesi.”
                “Esas onlar uçacak zaten havalara. Vallahi ne iyi ettin, sevindirdin bizi.”
                “Ben iyi bilirim şubat tatilinde bütün sınıf şehir dışına tatile giderken, siz ne yapacaksınız, denildiğinde susup geçiştirmeyi. Yalan söylediğim bile oldu. Bu tatil onlar da hayallerini yaşasınlar.”
                “Ah oğlum, gök sevinç olacaklar. Ben yine söylemeyeyim de, başka çocukların boynunu bükmesinler.”
                Böyle de düşüncelidir dayım, içlidir. Kimse kırılsın istemez. Küçükken dedem ayda bir ancak et alabilirmiş eve. Üç çocuk birden pirzola pişecek günü beklerlermiş. Sofrada da herkesin tabağından birer tane alırmış dayım. Sonra kıyamaz, herkese geri dağıtırmış. Ne iyi ettiler de geldiler.
                Berk ile Yağmur’un mutlulukları yüzlerinden okunuyordu havalimanında. Hele bir sarılışları vardı ki.. Yağmur akşama kadar “Anne erkenden gidelim, uçağı kaçırmayalım” deyip durmuş. “Çocuklar da biz de sayende uçağa bindik” dedi yengem. Dayım da Berk’e takılıp duruyordu: “Ulen sen benim oğlum değilsin. Erkek adam uçaktan korkar mı? Bak kardeşine, sesi çıkmadı.” Alarm sesini de Yağmur değiştirdi herhalde. Şimdi uzun bir süre, her sabah uyandığımda Yağmur gelir aklıma, iyi oldu böylesi.
                Ben yatakta dönüp dururken, ertelediğim alarm çaldı. Saat 06:00. Erteleyeceğimi bildiğimden 05:45’e kuruyorum. Yağmur diyordu, “Abi bu saatte uyanılır mı, kurtlar, kuşlar uyuyordur daha.” Erken kalkınca gün öyle bereketli oluyor ki. Koşu, duş, kahvaltı, gazete derken saat ancak 08:00 oluyor. Kimilerinin alarmı o saatte çalıyor mesela. Tabi, bir de daha erteleyecekler. Böyle demedim tabi Yağmur’a. Öptüm alnından, “Hadi sen uyu bakalım, ben kuşları uyandırıp geliyorum.”
                Spor ayakkabılarımı giydim. Üzerime ince rüzgârlığımı aldım. Kapıyı sessizce çektim. İçeride kimse yok hâlbuki ama alışkanlık işte. Bu saatte kesin birileri uyuyordur. Koşudan dönerken yine esnafa günaydınlar saçarak geçtim çarşıdan. Asım Usta yeni hazırlıyordu enfes dönerini. Onun dükkânının önünde durdum, ayaküstü hoş beş. Akşamüstü kapatırken gel de bir çay içelim, dedi. Döner yemeye gelmiyorum diye de sitem etti. Bilmeyen arkadaşlarımı getiriyorum ya Usta, onlarlayken yiyorum, diye gönlünü almaya çalıştım. Giderken arkamdan seslendi; geçen gün beraber geldiğim kumral kız güzelmiş. Hınzır hınzır gülümsedik. Bekârlığım rahatsız mı ediyor acaba mahalleyi?
    Bakkala uğradım. Günaydın bakkal amca, diyemedim. Koca adam oldum ya artık. Yılların bakkal amcası, benim İrfan Abim olabiliyor ancak. Dayım da dedi geçen gün, kocaman adam oldun, doğumun dün gibi aklımda, diye. Annemle babam hep diyorlar. Bana kimse öğretmedi kocaman adam olmayı. İstemedim de zaten. Kocaman adamların hiçbir şey yapmaya hakkı yok. Salıncağa binemiyor kocaman adamlar, aylak aylak gezemiyorlar. Yürüyemeyecek kadar sarhoş olamıyorlar. Şöyle oturup hıçkırarak ağlayamıyorlar. Ben sayfaları diğerlerinden daha kolay çevrilen gazetemi aldığım sırada küçük bir çocuk girdi içeri. Bakkal amca babam iki ekmek bir de kırmızı marlboro istiyor, dedi. Kıskanacak oldum, babamın sözleri geldi aklıma: “Sen kocaman adam oldun artık, bırak oyuncaklarını kardeşin oynasın. Kıskanacak yaşı çoktan geçtin.” Hatta daha dün aynı cümleyi dayım, Berk’e söyledi. Doğru, kocaman olunca kıskanamıyor da insan. Düşünceli düşünceli cam şişedeki süte uzanırken sordu İrfan Abi:
“Hayırdır, dalgınsın bu sabah.”
“Yok be İrfan Abi, boş şişeyi getirmeyi unutmuşum da, akşamüstü bıraksam olur mu?”
                                                                                      -bakkalamca. / 5aralık2012.