14 Kasım 2015 Cumartesi

ikinci kitap çalışma


ilk kitabım henüz yayınlanmasa da ikincisi için bir şeyler yapıyorum. Puerto Alegre Azizleri adlı öyküden bir bölüm alıntılayacağım, sonda da bir sürpriz var. 
bir bakınız.

---

Telefonum çaldığında henüz odama yeni girmiştim. Keyfim yerindeydi. Melisa var. Şirketin kiralama departmanında. Ay parçası gibi bir kız. Onunla karşılaştık binanın girişinde. Kapının hemen yanındaki küllüğün başında durmuş sigara içiyordu. Rutin yoğunluğun içine dalmadan önce son çıkış bu. Plazanın ana girişindeki güvenlik kontrolünden geçerken gördü beni, gülümsedi. Aksi gibi bir şeyler ötüp durdu x-ray cihazından geçerken. Tekrar geçirdiler çantamı. Bir yandan da acele ediyordum Melisa sigarasını bitirmeden yetişeyim diye. Fakat cihaz ötmeye devam ediyordu. El dedektörüyle de denediler, yine yok. Sonunda çantamı açmak zorunda kaldım. Melisa’yla göz göze geldik, ne yapayım der gibi, ellerimi iki yana açıp gülümsedim. O da yine dalgacı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sonunda yatlara yollayacağımız GPS kartlarını çıkarınca çantam manyetiklikten kurtuldu, ben de geçip binanın girişine doğru yürümeye başladım.

Melisa sigarasını bitirmiş beni bekliyordu. Yanına yaklaşınca, gülümsemesini iyice büyütüp, yüzünü ciddiyetten arındırıp “Selim Bey nedir bu tafsilat, çantada silah mı taşıyorsunuz yoksa?” diye sordu. “Sormayın, bir an ben de bir Desert Eagle çıkacak diye endişelenmedim değil.” Gülüştük. Şakama karşılık verdi, “50 kalibreliklerden değil mi? Şu Action Express’lerden?” Yüzüme hafif bir şaşkınlık yayılmış olmalı ki kısa bir kahkaha attı, “Hadi geçelim içeri” dedi. Asansör sırası beklerken biraz daha sohbet ettik. Yine neşeyle. Ne dediğini anlamaksızın, bir şeyler anlatırken maharetle kullandığı o ince kemikli beyaz ellerinin, uzun, zarif ve gri tırnak boyalı parmaklarının, omuzlarına dökülmüş bukleli, sarı saçlarının, parmaklarını saçlarının arasına daldırıp düzeltişinin, bugüne kadar hiç görmediğim koyulukta, Fas Mavisi rengindenki gözlerinin neşeyle parıldayışının, o yumuşacık sesinin kulağımdan kalbime doluşunun büyüsüne kapılmıştım. Asansöre bindikten sonra pek konuşmadık, fakat ikimiz de gülümsemeye devam ediyorduk.

Melisa on beşinci katta indi. İnerken sağ eliyle sol koluma hafifçe dokunup, alçak sesle “Kolay gelsin” dedi. Gözlerimle teşekkür ettim. Ben de iki kat yukarıda indim. İner inmez Savaş ile karşılaştık, operasyon departmanında birlikte çalışıyoruz. “Oğlum nerdesin, üç tane mail gelmiş Tauriel’den. Manevra ünitelerinin hidroliğinde bir sorundan bahsediyor. Bir bakıver acil, yatın kaptanı bir de telefonla aramış. Önemli bir şey herhalde.” O kadar keyfim yerindeydi ki “Sen hiç sıkma canını ben bakarım şimdi” dedim. Fakat böyle durumlarda genelde ortamı rahatlatmak adına sakinliğimi korumayı tercih ettiğim için Savaş farkı pek anlamadı. O farketmedi ama Gülser fark etti fazladan, farklı bir neşeyle konuştuğumu. Gülümsememe eşlik ederek “Günaydın Selim Bey. Tauriel Yatı’ndan üç mail…”
“Dur şimdi dur… Sen bize iki türk kahvesi söyle. Sonra bakarız.”

Gülser asistanım. Bir ay oluyor başlayalı. Görüşmeye geldiğinde iki lafı bir araya getirememişti. Biraz da bu yüzden aldım onu. Başkasının yanında muhtemelen çok hırpalanırdı. Ben de çok iyi bir insan olduğumdan değil tabi ki, kurumsal yapıların ruhsuzluğuna direnmek istediğimden. Profesyonel yaşama kesinlikle uygun biri değilim. Fakat bu durum benim başarılı olmamı bir türlü engelleyemedi. Tam tersi başarımı birlikte çalıştığım insanlarla can ciğer kuzu sarması şeklindeki ilişkime borçluyum. Bu ilişkiyi suistimal etmeyecek iyi insanları da hayatımın her döneminde bir şekilde buldum. Bunu nasıl yaptığım konusunda ise hiçbir fikrim yok.

Gülser 97 doğumlu. Onsekiz yaşını yeni doldurmuş. Daha önce iş tecrübesi yok fakat pırıl pırıl, hevesli bir genç kız. Kendini yaptığı işe adıyor. O bir ağırlama uzmanı aslında. Sadece farkında değil. Bir aydır her sabah bana günlük planım ile ilgili bir sunum yapmak istiyor ama hep bir yerinde takılıyor. Ben de sabırla başaracağı günü bekliyorum. Bugün bahsettiğim sebeplerden ötürü fazla neşeli olduğum için biraz şımarıp sözünü kesince, “Ama… Çok hazırlanmıştım Selim Bey…” dedi mahcup bir ifadeyle. O öyle deyince durdum “Hadi söyle bakalım” dedim. Derin bir nefes aldı, sonra da bir çırpıda “Tauriel Yatı’ndan üç mail gelmiş, bir de yatın kaptanı aradı az önce. Öğleden önce sadece refit için teklif veren tersanelerden biriyle görüşmeniz var. Öğleden sonra herhangi bir şey yok” dedi.
“Oooo Gülser Hanım, baya iyi.”
Neşelendi. “Teşekkür ederim efendim. Bugün siz de çok iyisiniz.”
Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlığımı ele vererek gülümsedim. Fakat mahcup oldu. “Kusura bakmayın” dedi. Onun bu saf, bu tertemiz hâli neşeme neşe kattı. “Hadi,” dedim, “Birer kahve alıp gel de şu Tauriel’in operasyon planını yazalım.”

Amerikalı bir denizcilik şirketinin Alsancak’ta bulunan ofisinde çalışıyorum. Şirketin sahibi olduğu sekiz parçalık lüks motor yat filosu ile müşterilerin isteklerine göre dünyanın her yerine seyahat düzenliyoruz. Melisa yüksek profilli müşterileri bulan kişi, ben de onun bulduğu müşterilerin yüksek standardda ağırlanmasını sağlıyorum. 2005 yılında Yıldız’dan mezun olduğumda bu işi yapacağımı hiç düşünmemiştim. Zaten aradan geçen on yılda yaşadığım şeylerin hiçbiri tahmin edilecek şeyler değildi.

Bir insanın hayatında, ruh hâlini, çoğunlukla kendisi de dâhil kimse farketmeden, apaçık ortaya seren cümleler vardır.

Mesela Zeynel var bizim, “Şahane hayatın var!” diye takılır insanlara. Ne kadar iyi durumda olduklarının farkına varsınlar, şükretsinler ister. Birilerinin onların hayatına imrendiklerini, aslında ellerinde kimseninkine benzemeyen bir şey olduğunu anlasınlar ister. Çünkü bilirsiniz. Kimsenin acısı, sevinci, özlemi, özgürlüğü kimseninkine benzemez.

Mahir var bir de. O da “Oğlum dünya lan bu. Burası bu kadar işte!” der. Hayatımda tanıdığım en mütevazı, takva ve tevekkül sahibi insandır. Bir de insanları çok sever. Ruhları yorulmasın ister. Çünkü bilirsiniz, insan sahip oldukça yalnızlaşır ve böyle bir yalnızlığın yorgunluğu asla dinmez.
Ben de teşbih-i beliğ olarak “Üff saat gibi Allah çarpsın!” derim. Çünkü bilirsiniz, saat zamana bizzat dokunan yegâne eşya olduğu için müthiş bir neşenin ve bilinmezliğin gölgelediği bir bilgelik ve hüzünle çalışır. Muhakkak ki bozulmak çalışan şeylere yakışır ve eşya öylece dururken bile eskir. Buna anlam kazandıransa sözlük ve ansiklopediyle büyüyen bizim nesildir.

Melisa benden birkaç yaş küçük olmalı. Personel departmanından bunu kolaylıkla öğrenebilirim ama bilmemeyi tercih ediyorum. Ben aslında genelde bilmemeyi tercih ederim. Bu bana uzaktan tatlı tatlı izleme imkânı sağlar. Bir şeylerin parçası olmaktan ziyade hiç dokunmadan sevmeyi tercih edenlerdenim.

Çalışmak için bir şeylerden uzaklaşmaya ihtiyaç duymadım hiç. Kendimi bir şeylerden mahrum etmedim. Aynı anda aynı yerde, başka zamanlara başka mekânlara ait şeyleri aynı anda yapmak için çabaladım. Dünyanın çoğunluğu gibi bir şekilde uydurulmuş yaşama sınırlarının kabulüne ortak olmadım. Bu yüzden suç geçmişim oldukça temiz. Bir çok insan olduğundan farklı görünmeye çalışır. İnsanların seveceği, ilgi duyacağı, etkileneceği bir kişilik oluşturup onun gibi yaşar. Bu yüzden kendisini hiç tanıyamadan doldurur ömrünü. İnsanın kendinden bahsetmesi muhakkak ki büyük kabalıktır. Esasen bu kabalık eğer samimiyse, büyük bir cesaret ve nezaket içerir. Çünkü bilirsiniz, insanın en yabancısı olduğu yaratık yine insandır.
Odaya girdiğimde artık alışmış olduğum zihin yoğunluğunun, Melisa’nın ne zaman bir ipucu yakalasam ruhumu tutup silkeleyen ve içimi bebek neşesiyle dolduran yaradılışının etkisi altındaydım. Tüm bunlar tahmin edilebilir şeylerdi. O sırada çok tuhaf bir şey oldu.

..."

kalanını henüz yazıyorum. vallahi, bakın.