8 Mayıs 2014 Perşembe

Eski 45'likler

“Günaydın.”
“Günaydın.”
“Nasıl rahat uyuyabildin mi?”
“Hem nasıl! Kalkmak istemedim yataktan.”  Yalan söylüyorum, yine. Seninki de soru, nasıl rahat uyuyabilirim ki, birlikte uyumadık.

---

Yumurtayı nasıl istersin, diye sordun. Omlet olsun, dedim. Muzırca gülümsedin. Daha önce hiç omlet yapmadığına şaşırmadım. Böyleyim ben, hiçbir şeye şaşırmam. Benimkisi gibi bir hayatta her şey olabilir. “Tamam öyleyse, mutfakta harikalar yaratacağım dakikalara hazır mısın?” dedim. Gülümsedin. Sürekli yüzünde olan bir şey gülümseme, ama o kadar canlı ki her seferinde söyleme ihtiyacı duyuyorum. Bak yine. .

Ben yumurtaları çırptım, sen kaşarları rendeledin. “Neden omlet istedin, ne güzel sen isteyecektin ben yapacaktım, of!” Ben ömrümde böyle tatlı sitem görmedim. Rendelediğin kaşarlara bakıp, “Bunlar böyle uzun uzun çok güzel olmadılar mı?” diye sordun. “Şahaneler!” Sık kullanırım bu lafı, kullanmamı seversin. Ne zaman bir ‘şahane’ kopsa dudaklarımdan, aramızdaki gizli anlaşmaya sadık kalarak güleriz.

Sonra uzun bir kahvaltı yaptık. Omleti çok beğenmişsin. İtalya’yı anlattın biraz. Hiç alışamadığın İtalyan kahvaltılarından bahsettin. “Fakirler!” dedin gülerek. Güldüm. Birlikte güldük. Senin gülümsemenle birlikte büyüdü gülümsemem.

Kahvaltıdan sonra bulaşıkları mutfağa taşıdık, hemen yıkamaya başladın. Ben de mutfağın kapısında sağ omzuma doğru yaslanıp seni izledim. Az önce yaptığımız neşeli –öğünler için lezzet kelimesi kullanılır biliyorum ama, kahvaltı için lezzetli dersem, dudakların için hangi kelimeyi kullanacağım- kahvaltının bulaşıklarını sıyırdın tabaktan. Bir şarkı çalmıştı da aynı anda hoplayıp sevinmiştik, eski 45’liklerden bir tane. Ne tatlı şarkı, demiştim. Capcanlı, dipdiri bir “Evet!” kopmuştu dudaklarından, “Bu şarkıyı tanımlayacak en doğru kelime: tatlı.” Sonra şarkı bitene dek gülümsemiştik. Tek bir gülümsemeyi paylaşmıştık. Tek bir ağızda, tek bir gülümsemeydik. Tepeden tırnağa ikiz ve çıplak bir gülümseme. Sonra bir salatalık atmıştın ağzına. İşte az önce salatalık tabağından sıyırdığın; o gülümsemeydi. Keşke kalsaydı biraz daha, ben gittikten sonra yıkasaydın bulaşıkları.

Böyle bakmaya devam edecek misin, dedin. Omlet tabağını sıyırdın. Bardakları boşalttın. Gülümsedin. Eğilip yere düşen peynir parçasını aldın. Attın. “Hadi bu domates kalmaz böyle” dedin. İstemedim. Zorla ağzıma tıktın. Gülümsedin. Arkanı döndün. Saçların savruldu. Su kaynattın. Tavaya boşalttın. Tabakları yıkadın. Duruladın. Bardakları zaten yıkamıştın. Bana dönüp, “Hadi bakıp durma, içeri git televizyon izle sen” dedin. Cevap vermedim. Gülümsedim. Tavayı sürttün. Duruladın. Bana baktın. Sana bakıyordum. Ne kadar güzel diyordum. Zarafet diyordum. Saçları yumuşacıktı diyordum. O ara sen tezgâhı siliyordun. Ardından ellerini yıkadın. Kuruladın. “Bak ne çabuk hallettim, değil mi?” dedin. Gülümsedin.
“N’olursun bakma öyle artık, hadi git.”
“Gidemem. Bakmayı da bırakamam. Sus diyeceksin şimdi ama susamam. Her şey böyle güzel olmaya hazırken korkamam. Korkamayız. . Öyle bir araf ki bu; ne sarılıp kucaklayabiliyorum seni, ne de bırakıp gidebiliyorum. Kokunu hiç unutmadım. Sarılışını da.. Sadece öpüşünü hatırlamaya çalışıyorum bazen, olmuyor. Dilimin diline değdiği an, tatların birbirine karışıp lezzete dönüşmesini yeniden yaşamak istiyorum. N’olur hatırlat bana, bir daha da unutmama izin verme” diyemedim. Dolayısıyla sen de boynuma atlamadın.
“Ben dilinin dilime, dudaklarıma dokunuşunu hiç unutmadım. Bir daha unutursan çok fena olur” demedin. Öpüşmedik. Tüm o boşaltıp temizlediğin mutfak tezgâhının da boynu bükük kaldı.

Salona gittim. Eşyalarımı topladım. Ben artık gideyim, dedim.

Sarıldık. “Yolu bulabilirsin, değil mi?”
Başımı eğdim.
Gülümsedin.
“Hoşça kal.”
“Yine gel.” Gülümsedin.