3 Nisan 2014 Perşembe

Ayraç IV: Hasan Ali Toptaş, Yalnızlıklar.

İnsana en yakın yalnızlıktır insan…

Bu cümleyle başlıyor Hasan Ali Toptaş’ın Yalnızlıklar’ı. Ardından, sadece yazılanlarla değil; okurken bize hayal ettirdikleriyle de cümlenin altını tıka basa dolduran bir kitapla tanışıyoruz. 

Okurken buram buram yalnızlık hissetmiyorsunuz. Bunun yerine bir dinginlik hâli söz konusu; hatta bir nevî tevekkül. Bu, yaşadığın her an, derinde bir yerde gizlice duran, kimsenin senin düşüncelerini, senin düşündüğün gibi düşünemeyecek, o düşünceleri senin vücudunla somutlaştıramayacak olması hissinin; senden bir tane daha olmaması hissinin getirdiği yalnızlık. Bu adeta yaşayabileceğin her şeyi yaşamanın, yaşayacak bir şeyinin kalmamasının yalnızlığı.

Anlatım dili olarak ise, yazar kendisine yapılan,  sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer, övgüsünün ne kadar yerinde ve haklı olduğunu yine Türkçe’nin bütün sınırlarını kullanarak gösteriyor. Yalnızlıklar’ı okurken şiirin ve öykünün o şahıslarına münhasır tatlarını alıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında da yazarın başarısı takdire şayan.

Bunların yanı sıra son olarak söylemek zorunda olduğumu düşündüğüm, aksi takdirde eleştirilerin de eksik kalacağı bir şey var ki, o da; kitap boyunca akıl ve gönlün dingi mücadelesidir, hatta neredeyse uzlaşmışlarcasına…

İyi ki var Hasan Ali Toptaş.

İyi okumalar.

---

Notlar:

s. 7.
“ve  geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hâlâ gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün…
Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.”

s. 23.
 “Bir tankın duruşuyla büyür yalnızlık,
bir namlunun bakışıyla büyür
ve her namludan bir toplum bakar dışarıya.
Bu yüzden namlular hep kalabalıktır,
bu yüzden kimse tek başına değildir arpacıkta
Bu yüzden, her tetik bir dağdır;
ve işaret parmaklarımızda bu yüzden,
sürekli bir ürperti vardır.”

s. 29.
“Yalnızlık alıp karşına kendini,
öteki kendinlerle konuşmaktır.
Bakışmaktır, öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
Kimi zaman da, öldürmektir
içlerinden sana en çok benzeyeni,
benzemiyor diye.”

s. 38.
“elimizden biricik bir el eksilse,
yanağımızdan küçücük bir ağız düşse
ya da
kulak mememizde asılı duran
ve zamanı örtündükçe
inatla sesimize benzeyen o ses
sessizliğe dönüşse;
telaşlanırız hemen.”

s. 62. – 63.
“O yıllarda, dondurma külahına uzanan dillerden
yansırdı insanların çıplaklığı,
bir düşten ya da
güllerden;
ve gidilse gidilse ancak evine dek gidilirdi insanın,
odasına, yatağına ve tenine dek gidilirdi
ki, ötesi yoktu,
ötesi yorgunluktu, terdi.
Yani şaşırıp kaldığımı o yaratık,
çıplaklığının sınırında biterdi.
Bu yüzden minyatür öpüşmelerde ölürdük biz,
onlar cennet gibi bir şeydi.
Bakışırken bir de,
görüşürken ölürdük;
ve ölmek,
aşağı yukarı öpmekti.”