24 Şubat 2014 Pazartesi

Ziya'ya n'olmuş?

bu Ziya’ya n'olmuş?
iki gündür katiyen kanat çırpmıyor

yine de ben her seferinde senin güzelliğinden
yani paramparça
yani gözlerinden bahsettiğimde mesela
dünya aniden güzelleşiveriyor
yani dudağının kıvrımlarından da
saçının dalgalarından da bahsetsem
ve gülüşümü bordoya boyayan
tırnak boyalarından
bir bakanın, bir zaman kendine gelemeyeceği bakışlarından
seninle birlikte güzelleşiyor
parmaklarının parmaklarımın arasında kendine yer yatağı yapışından
kızgınlığından
acılarından
ve kaşlarını çatışından
kederli bir derbeder okuyuşundan
hele de cilveli bir göz vuruşundan
bahsetsem,
hızla güzelleşiveriyor dünya

yani bir bütün olarak da
fazlası neyse ama
eksikleriyle de
bir akşamüstü zamansızlığında 
elimde solan nergislerle
bir güz evveli ikindisi unutkanlığında
kursağımdaki heyecanla
yine de sana dokunduğu yerinden güzelleşiveriyor dünya

ve belki dönüşümle,
benzerlikleri değiştirmekle,
daha önce hiç benzemediği bir şeye benzemekle,
Günay'da rakıyı sek içmeye başlamakla
saçlarına dökülen yağmurdan kıskanmaya başlamakla
çok uzak bir yerin, çok uzak bir zaman kadar uzak olmadığını anladığında
özlemeye başlamakla
geçmişi bir kenara bırakıp
onun yerine evveliyatı kullanmakla
karanfillerin yerini papatyaların almasıyla da hatta
zamanın asla yeterince bol olmayacağını anlayıp
uykuyu bırakmakla
seninle gelemediğinde onunla kalmakla
-yani diyorum ki bu Ziya’ya n’olmuş?-
ve belki de 
benzersiz bir şeyi sevip benzemekten utanmakla
diyorum ki,
sana dokunduğu yerinden güzelleşiveriyor dünya

-şubat, 2014. / Bodrum.

6 Şubat 2014 Perşembe

sonrası.

gözlerimi düşürürüm yaklaştıkça gözlerine
gözlerim gözlerine geldikçe korkak
gözlerim gözlerinin içinde
gözlerim gözlerine tutsak
gözlerimi kaybederim yüzünde
ıslak ıslak gülümserim
sonrası malum yaramazlık

2 Şubat 2014 Pazar

Ayraç III: Feride Çiçekoğlu, Uçurtmayı Vurmasınlar.

Bazı kitaplar kalbinizin bütün kapıları açar, bütün odalarına girer, bütün kabuklarını soyar, çırılçıplak, savunmasız, öylece avucuna alır. Sizi tutan parmakların kasılışını beklerken yaşadığınız korkunun yoğunluğunda esen ilk rüzgârda amansızca acırsınız. Uçurtmayı Vurmasınlar öyle…

“Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış. Ama bunu ne anası bilirdi, ne de anası gibiler. Bilseler, “çocuklar şeker de yiyebilsinler” diye gökyüzüne hasret çeken bizler, çayırlara yalnızca kuş kanadında uçmak zorunda kalmazdık belki.” diyor kitabın sunusunda.

Ayraç’ın bu sayısını, Feride Çiçekoğlu’nun hatırlarının arasından, onun içindeki küçük Barış’a ve Barış’ın gözlerinden yüksek duvarlar arasındaki mahpus hayatına, duvarların arasından hayal edilen dışarıdaki hayata ayırdık. Yalnız bu sefer kitabı okurken hiç not alamadım. Çünkü bir kez yazmaya başlasam kitabın bir nüshası daha oluşacaktı. Her parçası aynı duygu yoğunluğunda, düşünsel hacmi çok yükselen, genişleyen ve derinleşen bir kitap Uçurtmayı Vurmasınlar.

Ayraçtaki notlar olmadığından kitaptaki mektuplardan bir ikisini paylaşacağım. Böylece içtenliği de azıcık olsun zedelememiş oluruz. Yazar Feride Çiçekoğlu’nun da dediği gibi: “İçtenlik önemli, çünkü Barış öyledi.”

---

14 Temmuz

Bugün görüş günüydü. Ama kuşlar hiçbir şey getirmediler. Ne babamı, ne de senin mektubunu. Sen bana demez miydin hep, çok istediğin bir şey varsa söyle, kuşlar pazara gidince belki getirirler diye?

Kaç gündür söyleyip duruyorum. Bana görüş günü babamdan ve senden haber getirsinler diye avludaki bütün kuşlara seslendim. Hatta demirlerin arasından bile bağırdım. Bugün başkalarına geldi mektup. Oysa onlar kuşlara söylememişlerdi. Belki de benim sesimi duymamışlardır. Yoksa bana küstüler mi? Hani bir kere taş atmıştım bir kuşa. Küserler sonra demiştin sen. Küstüler mi dersin? Ama bir daha hiç taş atmadım ki!

Babam görüşe gelmeyince annem çok üzüldü. Eskiden hiç aksatmazdı. Şimdi ara sıra gelmiyor. Keşke bugün gelseydi. Annem de çok bekledi. Bu gece yine ağlar annem. Herkes uyuduktan sonra. Ben uyuyormuş gibi yapıyorum. Ama saçlarım ıslanıyor. O zaman anlıyorum annemin ağladığını. Sesimi çıkarmıyorum. Benim anladığımı sezerse daha çok üzülür belki.
Mektuplar görüşten sonra dağıldı. Gülsüm Ana’ya üç mektup birden geldi. Görüşe de torunları gelmişti. Akşam bütün koğuşa çay yapacak. Torunlarını kucağına alabilmek için çok yalvardı gardiyana. Ama olmazmış. Görüşçülerle bizim aramızdaki pencereyi artık kilitliyorlar. Görüşe gelenleri yalnızca tel arkasından görebiliyoruz. Sarılmak yasak.

Çok önceleri ben daha o pencereden sığabilecek kadar küçükken annem beni babamın kucağına vermişti bir kez. Pencereyi kilitlemiyorlardı o zaman. Babam da izin alıp beni dışarı çıkarmıştı. Köşeden simit almıştık. Babamdan ayrılmak istememiştim o zaman. Annem de bir daha babama vermediydi beni.

Gülsüm Ana işte o pencereden almak istedi torunlarını. Ama artık yasakmış. Biz de dışarı çıksak içeri girmek yasak olur mu İnci? Gülsüm Ana’nın torunları ağladılar içeri girmek için. Ben olsam ağlamazdım. İçeride simitçi bile yok.



1 Eylül


Kadınlar konuşurken duydum. Babam da bir kötü kadın yüzünden gelmiyormuş artık görüşe. Benim geldiğimi görünce sustular, ama ben yine de duydum. Annem diyor ki, artık babamı sevmiyormuş.
“Beni sevmeyenin canı cehenneme” dedi kadınlara.
Ama sonra gece yine ağladı. Ben anlamamış gibi yapıyordum, ama bu sefer çok ağladı. Ben de sordum:
“Anne babamın canı cehenneme gitti diye mi ağlıyorsun?”
“Bacak kadar boyunla her işe karışma!” diye azarladı beni.

Eşyalarımı ortada bırakınca kızıyor bana. “Kazık kadar adam oldun, hâlâ kıçını topluyorum!” diye bağırıyor.
Sonra bir şey sorunca böyle tersliyor. Bacak kadar boylu kazık kadar adam nasıl olur İnci?

Annem artık babamı sevmiyor diye çok üzülüyordum. Ama sevmiyorsa neden ağlıyor? Kadınlara “Canı cehenneme,” diyor, ama sizin kızlara söylerken duydum:
“İçim yanıyor,” diyordu.

Annemin eli kolu bağlıymış. Öyle olmasa gösterirmiş o kötü kadına. Sevim karşı çıktı annem böyle söyleyince.
“Belki de kötü değildir senin sandığın gibi,” dedi.

Bir şiir okudu sonra. Uzun süre mahpusta yatanlarla ilgiliymiş. Şöyle dedi bir yerinde:
“Bir de kim bilir, sevdiğin insan seni sevmez olur. Ufak bir iş deme, yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir içerideki adama.”

Sevim diyor ki: Uzun süre mahpusta yatanların çoğunun başına gelebilirmiş bu. Dışarıdaki sevdikleri mahpustakileri unuturmuş bir süre sonra.
Sen de beni unutur musun İnci?



3 Mart

Sobalar artık yanmayacakmış. Havalar daha ısınmadı ama kömür bitmiş. Üst koğuşun sobasını Zahide Ana yakıyordu her gün. Artık soba yanmayacağını öğrenince sevindi. İşi azalıyormuş.

Odun taşırken Nevin’le ben ona yardım ediyorduk. Hani bir kere senle odun taşıyorduk. Benim göğsümde bir şey çalınıyordu da ben korkmuştum. Tencereler tıngırdıyor sanmıştım. Sen de gülmüştün bana. O çalan yüreğimmiş. Şimdi biliyorum artık.

Geçen hafta Nevin’le odun taşıyorduk yine. Sordum ona, “Senin de yüreğin çarpıyor mu?” diye.
Çarpıyormuş. Herkesinki çarparmış. Ama kimininki aydınlık olurmuş, kimininki karanlık. Dışarıdan hangisinin karanlık, hangisi aydınlık olduğu nasıl anlaşılır İnci? Nevin’e sordum:
“Dünyanın en zor işidir onu birbirinden ayırmak,” dedi.

“Dünyanın en zor işi nedir?” diye Zahide Ana’ya sordum.

Islak odunla kağıtsız soba yakmakmış. Nevin’in dediği ıslak odunla soba yakmaktan bile mi daha zor?



30 Mart

Bugün ne oldu biliyor musun? Annemle birlikte hastaneye gittim. Annem babamın kucağına vermişti de, babam bana köşeden simit almıştı ya hani. O zamandan beri ilk çıktım dışarıya.

Dışarısı ne kadar büyükmüş. Dışarısının gökyüzü de kocaman. Annemi üç tane ağabey götürdü hastaneye. Tüfekleri var hepsinin. Annem kaçarsa annemi vururlarmış. Ama annem kaçmadı.
Ağabeylerden biri hastanenin bahçesinde dolaştırdı beni. Sonra ne gördüm bil bakalım! Bir uçurtma!

İlk kez seninle görmüştüm geçen yıl. Ben ne olduğunu bilememiştim de sen demiştin uçurtma diye. Kocamandı senle gördüğümüz. Bizim göğümüzdeydi hem. Bu seferki o kadar büyük değildi. Ama maviydi onun gibi. Ağabeye dedim ki:
“Bak, uçurtma kaçmış!”
“Hani bakayım! Nereden kaçmış?”
“Bizim göğümüzden kaçmış. Ama sakın onu vurma!”

Ağabeyin gözleri doldu ben öyle deyince. Bana simit aldı. Babam gibi.



5 Nisan

Artık benim de bir kuşum var. Hem de sahici bir kuş. Doğru söylüyorum. İstersen Nuran’a sor.


Minik bir kutu bulduk. Pamuk koyduk içine. Zeynep gagasını açıp mama verdi ona birazcık. Ama yutamadı. Ölürse diye çok üzülüyorum. Biraz alışırsa yemek yermiş. Ölmezmiş o zaman. Annesini özlüyormuş çok. Belki de babasını özlüyordur. Babası onu görmeye gelir mi İnci?



25 Nisan

Barış uçtu bugün azıcık. Ama ondan bile daha güzel bir şey oldu. Barış’ın annesi geldi görüşe. Güneş alsın diye avluya çıkarmıştık onu. O sırada üzerimizde büyük bir kuş uçmaya başladı. Tam avlunun üzerinde dönüp durdu.
Nuran dedi ki: Barış’ın annesiymiş.


Hepimizin ortasına konuverdi Barış’ın annesi. Gagasından öptü Minik Barış’ı. Barış da onu öptü. Birbirlerine sarıldılar. Sarılıp dönüp durdular.


Barış çok sevindi. Babasını sordu. Annesi dedi ki, o da gelecek. İşi varmış, gelememiş. Barış’ın babası evlenmemiş yeniden. Annesi kucağına aldı Barış’ı. Kokladı onu.