Eve döndüm.
İstanbul’daki, dört yıllık üniversite hayatımın ardından Bodrum’daydım.
Havalimanında yine kimse karşılamamıştı. Hep böyle olur. Garajda beklerler
beni. Yine öyle olmasına, son zamanlarda yaşadıklarımızın doğal olan olarak kabul
edilmesine sevindim. Sadece, iki yıl önce Bodrum Havalimanı yeniden inşa
edildiğinden beri, uçaktan indiğimde ot kokusu gelmiyor burnuma. Bunun
eksikliğini hâlâ daha hissediyorum. Neyin nereye çok yakıştığını, onu
yakışığından koparmadan anlayamıyoruz. Ne yazık ki, öyle…
Havalimanından
garaja giden yolda gözlerimi hiç kapatmadım. Bizim buranın havasının rengi bile
bir başka, diyordum. Güvercinlik’ten geçiyorduk. Dağlara bakıyordum. Babamın
çocukluğunda inek, koyun güttüğü dağlardı bunlar, Nazlıkız’ı kaybedince dedemin
korkusundan eve dönemediği ve belki komşunun kızına nergis toplayıp da
veremediği dağlardı. Son zamanlarda babam hakkında çok düşünmüştüm, onun
gençliği hakkında. İşin ilginç yanı, muhtemelen o da benim gençliğim hakkında
düşünüyordu. Endişeli miydi? Dışarıdaki gürültünün sesi gitmesin diye telefonu
ve kafamı kazağın içine sokup, “Yurttayım babacığım, yemek yiyip ders
çalışacağım” derken kızaran yüzümü görmüş müydü? Çünkü ben o gün ve birbirine
benzeyen o günlerde hep yüzüm kıpkırmızı geziyordum. Koşmaktan ve biber gazı
solumaktan ve “Arkadaşlar sakin!”, “Arkadaşlar ilerliyoruz!” ve “Doktor!” ve
“Sedye!” diye bağırmaktan… Peki ya annem? Telefonda söylediğim yalanların
kokusunu almış mıydı? O veya birbirinin aynı o günlerden birinde, gürültünün
sesi gitmesin diye girdiğim o sokakta annemle konuşurken, sokağa biber gazı
atılmıştı. Korkmuştum. Annem kokuyu alacak diye… Astımı var annemin. Biber
gazı, malum… Biz, “Sık bakalıııımm, sık bakalııııımm…” diye bağırsak da, annem
dayanamazdı. Belki o da bağırırdı, “Ona sıkmayın bana sıkın” diye ama ona da ben
dayanamazdım. Ve kız kardeşim… O suç ortağım benim ki bizim ailede anne babaya
yalan söylemek en büyük suçtur; bütün sırlarımı sakladı. Cesur kızdır. Aslan
parçasıdır. Tıpkı erkek kardeşim gibi… Milenyum çocuğu, bilgisayar başından
kalkmıyor ama o gün ya da birbirine benzeyen o günlerden birinde telefonda
konuşurken, “Ağabeyciğim, Gezi Parkı’na gitme. Gidersen de çok dikkat et. Bana
mesaj at arada. Annemlere söylemem” demişti. Burnumun direği sızlamıştı. Biber
gazından değildi bu sefer ama daha çok acıtıyordu. İlk günleriydi direnişin…
28 Mayıs
2013 Gezi Parkı’nda ağaç nöbetinin başladığı ilk gündü. İlk gün belki yüz kişi
yoktu direnişçiler. Ben 30 Mayıs gecesi katıldığımda sayımız binleri bulmuştu.
Beşiktaş’ın İnönü’deki son lig maçı öncesi çıkan olaylar sırasında tesadüfen
Dolmabahçe’den geçiyordum. İlk kez o gün tanışmıştım biber gazıyla. Allah’a
soruyordum, neden diye. Her şeyde bir hayır var. O gün sabaha karşı polis ilk
kez müdahale etti. Parka biber gazı atıldığında, gazı tanıdığım için soğukkanlı
kalabilmem çok işe yaradı. Çünkü çoğunluğu gençlerden oluşan bir gruptuk. Biber
gazının adını yalnızca haber bültenlerinde duymuş bir gruptuk. Çoğunluğu
gençlerden oluşan bir gruptan daha çok, çoğunluğu hayatında ilk kez bir eyleme
katılıyor olan bir gruptuk. O kadar çok apolitik insan vardı ki… Birçoğu daha
sağ-sol ne demek bilmiyordu bile. Tamamen saf hisleriyle, yeşili korumak için
oradaydılar. Daha önce kirlenmemiş, saf ve berrak beyinlerle, yüreklerle
direnişin ruhunun saflığını simgeliyorlardı. Polisin müdahalesi biraz
hafifledikten sonra tekrar toplandık. Ellerimizde kitaplar, kalkanlarının
önünde polise orantısız güç uyguluyorduk. İnanılmaz bir hava vardı. Şarkılar,
türküler, halaylar… Birçok insan çimlere oturmuş kitap okumaya devam ediyordu.
Bu neşe ortamı o gecenin sabahına kadar devam etti.
Ertesi güne,
31 Mayıs sabahına da biber gazıyla uyandık, kahvaltı niyetine. Polis parkı
ortadan yarmıştı. Grubun bir kısmı İstiklâl Caddesi’ne, bir kısmı ise Taşkışla
tarafına kaçmıştı. Ben Taşkışla tarafına kaçanlarlaydım. Ana akım medya bütün
bu olanların hiçbirini göstermiyordu. Bunun yerine penguenleri gösteriyorlardı.
Muhtemelen dünyanın bir yerinde penguenler de zulme karşı bizimkinden daha
çetin bir direniş içindeydiler. Onları kıskanmıştık. Olan biten her şey sosyal
medya üzerinden insanlara aktarılmaya çalışılıyordu. Fakat orada da müthiş bir
bilgi kirliliği söz konusuydu. Öğlene doğru İstiklâl Caddesi’ndeki grupla
birleştik. Sayımız çok azalmıştı. Polis sürekli biber gazı ve plastik mermi
kullanarak, TOMA su sıkarak meydana çıkmamızı engelliyordu. Fakat akşama doğru
İstiklâl Caddesi’ne her yönden korkunç bir insan akını başladı. On binler zulme
karşı direniyordu. Aynı saatlerde ülkenin birçok şehrinde, İzmir’de, Ankara’da
insanlar Gezi’ye destek olmak için meydanlara yürüyordu. Saatler ilerledikçe
polis şiddetini arttırdı. Biz de Tünel’e doğru çekilmek zorunda kaldık. O
sırada İzmir’deki bir arkadaşım: “Sabahtan
beri çıldırıyorum haber okumaktan, mobese izlemekten. İyiyim, de. N’olur”
diye yazıyordu. Bir başkası, “Tünel’de pusu kurmuşlar. Beşiktaş’a gelmeye
bak. Uyanığım” yazmıştı. Bir başkası ise bölgedeki doktorları aradığını
haber veriyordu: “Tamam merak etme, oraya
yakın doktorları aradım. Ulaşamazlarsa haber ver yine. İyi mi arkadaşın?
Plastik mermi mi?” Sahiplenilmek güzel şeydi. Sahiplenilmeye ihtiyacımız
vardı. Çünkü o günlerde Sayın Başbakanımız, “Benim yüzde ellim…” diye
talihsiz bir açıklama yapacaktı. Arkadaşlarımın çoğu oradaydı. Birbirimizden
haber almaya çalışıyorduk. Kimisi ara sokaklardaki mekânlara sığınmıştı. Benim
yanımda Onur’la Cemre vardı. O geceyle ilgili hatırladıkça güldüğümüz bir anı
var. Tünel’e doğru çekiliyorduk. Bir ara arkama baktım. On beş kadar polis ve
bir TOMA üzerimize doğru geliyorlardı. Aramızda yüz metreden az kalmıştı. Nasıl
olduysa bir anda grubun en önünde kalmıştık. Bir son sürat yaklaşan TOMA’ya
baktım bir de çocuklara. Onur hâlâ, “sık bakalım, sık bakalım” diye
bağırıyordu. “Onur,” dedim, “Sakın arkana bakma, koş!”
1 Haziran
sabahı korkunç bir kalabalıkla, sayımız daha da çoğalarak yeniden İstiklâl
Caddesi’ndeydik. Yine biber gazı, tazyikli su… İnsanlar kaçmıyordu. Öndekilerin
yerini hemen arkadaki grup alıyordu. Bizim nesil korku nedir bilmez. Çünkü daha
önce hiç korkmadık. Bu korkusuz direniş karşısında polis çekilmek zorunda
kaldı. Akşamüzeri saat beş civarında meydanı geri almıştık. Tam bir bayram
havası vardı. Birbirimizi kucaklıyorduk. Herkes pürneşeydi. Fakat çok geçmeden
sevincimiz kursağımızda kaldı. Meydanı ele geçirişimizle amaçsız kalan
bazılarımız –ki hâlâ bizden olduklarını düşünmüyorum- etrafa zarar vermeye
başladılar. Parktaki bir kulübeyi ateşe verdiler. Çevredeki dükkânları tahrip
ettiler. Ana akım medyadan bir yayın kuruluşu da tam bu esnada yayına başladı.
Kötü bir tesadüf oldu! Tertemiz bir zafer kazanmıştık. Şimdi bu yapılanlar
taşsız, sopasız eylemimize gölge düşürüyordu. Ortalığı boş bulan birkaç siyasi
parti de fırsattan istifade bayraklarını meydana dikiverdiler. Tabi, bundan güzel
seçim propagandası olamazdı. Onlar da bu fırsatı kaçırmadılar. Oysa bu bir
sivil direnişti ve biz bayraksızdık. Rengârenktik. Birimizin a dediğine,
öbürümüz b diyordu belki ama bir arada durmayı başarıyorduk. Sayın
Başbakanımızın deyişiyle bir avuç çapulcuyduk ama mutluyduk. Bu kenetlenme
durumunun en güzel örnekleri, ülkenin en uzlaşılmaz rekabeti olan futboldan
geliyordu. Beşiktaş taraftar grubu Çarşı, içerisinde her takımdan taraftarla
bir nevi Kuvay-ı Milliye rolü üstlenmişti. Karşıyaka taraftarları ellerinde
Göztepe atkılarıyla, Göztepe taraftarları boyunlarında Karşıyaka kaşkolleriyle
otobüslere binip İstanbul’a geliyorlardı. Hâlbuki Galatasaray ile Fenerbahçe
İzmir’de maç yapsa, maç sonu Karşıyakalılarla Göztepeliler, alakaları olmadığı
halde birbirlerini keserlerdi. Bu sefer öyle değildi. Çünkü bu sefer mevzu
başkaydı. Bu sefer bambaşka bir şeyler vardı. Ülkenin düşünmüyor denilen
çocukları, berrak zekâlarını kaldırımlara, duvarlara yansıtıyorlardı:
“Sen GTA’da polis döven nesle sataştın!”
“Zengin direnişçilerin kaliteli
maskeleri var kıskanıyoruz.”
“Biber gazı bir Alex değil ama
portakal gazı bir Hagi resmen.”
“Aşkım gözüm çok yanıyor yaa… :(“
“Everyday I’m Chapulling!”
“Recep’i mi kullanıyorsun Tayyip’i
mi?”
“Havada rüzgâr yok, çadırlar kıpırdıyor.
Kıskanıyoruz. :(”
“Bir haftadır Face’te oyun isteği
gelmiyor. Tehlikenin farkında mısınız!”
“Gözüne rimel süren değil, limon süren kadın güzeldir.”
“Ay resmen devrim!”
Ertesi sabah havadaki bütün
izleri temizlercesine bir yağmur yağdı. Biz de doğaya kulak verdik. En başından
beri düsturumuz buydu. Çok ihmal etmiştik. Bu yüzden biraz da bir nevi gönül
almaydı bizimkisi. Erkenden kalkıp Taksim’i temizlemeye başladık. Bir önceki
gece ortalığı yakıp yıkanlar güneşin doğuşuyla birlikte ortadan kaybolmuşlardı.
Ben İstiklâl Caddesi’ni temizleyen ekipteydim. Yanı başımda beş altı yaşlarında
bir kız çocuğu plaj kovasına yüreğiyle molozları dolduruyordu. Ülkede yediden
yetmişe bir direniş başlamıştı. Meydanlara gelemeyenler evlerinde tencere,
tavayla direnişe destek oluyorlardı. O sıralar kimileri için sokaklar bugüne
kadar duyulan en güzel ezgilerle çınlıyordu. Fakat sanatın böyle acımasız bir
yanı var; herkes anlayamıyor.
Taksim’de olaylar durulmuştu ama
Beşiktaş’ta ve ülkenin dört bir yanında çatışmalar devam ediyordu. Medya hâlâ
hiçbir olayı yayınlamıyordu. Gezi’de bir şenlik havası vardı. Ben o sıralar Gezi’nin
bu tutumunu vefasızlık olarak niteliyordum. Sanki daha bir gün önce zulme karşı
dipdiri ayakta duran insanlar bunlar değillerdi. Olabilirdi. İnsandık,
unutuyorduk. Ancak bize sükûnet lazımdı. Direnmek için nüfusun ne kadar önemli
olduğunu hepimiz görmüştük. Direniş için nüfus önemliydi fakat çözüm için
düşünmek gerekiyordu.
2 Haziran günü Beşiktaş’taki
büyük çatışmaların son günüydü. Ben Dolmabahçe’deydim. İnanılmaz bir mücadele
veriliyordu. Dolmabahçe Camii revir haline getirilmişti. İnsanlar camiye,
imamına, müezzinine, cemaatine güvendiler. O gece birçok insan o cami sayesinde
kurtuldu. O gece Dolmabahçe Camii direnişin simgelerinden biri haline geldi. Fakat
ertesi gün direnişçiler hakkında Sayın Başbakanımız dâhil olmak üzere birçok
insan tarafından karalama kampanyası başlatıldı. İnsanların camiye ayakkabıyla
girdikleri, içeride bira içtikleri konuşuluyordu. Peki, mevzu sahiden bu muydu?
Konuşmamız gereken, tartışmamız gereken bu muydu sahiden? Orada insanlar
canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bir kesim bütün bunları görmezden geldi,
dini değerler diye tutturdu. Eğer mesele dini değerlerse, orada hayat kurtaran
da o dinin merhameti, vicdanıydı. Oradaki insanlar uzun zamandır ilk defa
Müslümanlığın sıcaklığını hissettiler. Ben bir köşede naçizane Sayın Başbakanımızla
konuşuyordum. Peki, siz ne yaptınız? Caminin imamıyla, müezziniyle,
ayakkabıyla, bira şişesiyle uğraştınız. Ben oradaydım Sayın Başbakanım.
Kimsenin hayat kurtarmaktan başka bir derdi yoktu. Kimsenin elinde bira şişesi
yoktu. Camiye ayakkabıyla girdiler, evet. Ama can havliyle yaptılar bunu.
İslamiyet’te, namazı bozmanın meşru olduğu durumlar arasında hayat kurtarmayı
da sayıyor. Bunu söyleyen İslamiyet aynı zamanda, kıyamet kopuyor olsa bile
elinde bir fidan varsa, onu dik, diyor. Unutmuş olabilirsiniz diye söylüyorum.
İnsanız, hepimizi unutuyoruz.
Gezi Parkı’na yeniden
yerleştikten sonra çok hızlı bir şekilde revirler ve Sivil İnisiyatif adı
verilen yiyecek, kıyafet, battaniye vs. depolama ve dağıtım alanları kuruldu.
İnsanlar ellerinde ne varsa buraya taşıyorlardı. Birçok gönüllü direnişçi
parkın içini karış karış gezip ellerindeki su ve yiyecekleri dağıtıyorlardı.
İnsanlar belki daha aç birileri vardır diye ikram edilenleri reddediyorlardı. O
sırada arkadaşlarım da şöyle yazıyordu: “İyi
misiniz? Ne lazım, getireyim hemen. Evim yakın. Yiyecek, su, battaniye, ilaç
Allah ne verdiyse…” “Uyuyabildiniz mi? Nasılsın? Arkadaşların nasıl? Kahvaltıya
bize gelin isterseniz. Hem karnınızı doyurursunuz, hem biraz uyursunuz.” İnanılmaz
bir ruh vardı, hem Gezi’de hem kalbi Gezi’yle birlikte atanların olduğu her
yerde. Bu kadar çok iyi insan bir arada… İki hafta önce söyleseler inanmazdık.
Ama zaten bu durumun en inanılmaz tarafı; aslında gerçek olmasıydı. İlk günden
beri elinden kitap düşmeyen bu topluluk için sağdan soldan getirdiğimiz
taşlarla bir kütüphane inşa etmiştik. Biz polise taş atan değil, o taşlarla
kütüphane yapan bir nesildik. Günlerce insanlar o kütüphanenin etrafında
sabahladılar. Bu esnada Sayın Başbakanımız bizim çapulcu değil, terörist
olduğumuz konusunda fikir değiştirmeye başlamıştı. Her açıklamasından sonra
gerilim daha da artıyordu. Ben yine bir köşede kendimce Sayın Başbakanımızla
konuşuyordum. Gerçekten, orada birçoğumuz ağzınızdan çıkacak bir merhamet
cümlesi bekledik. Bunu bize çok gördünüz. Hâlbuki biz azıcık sağduyu
bekliyorduk. Demokrasinin en büyük özelliği ve eksiğiydi, çoğunluğun
egemenliğinin olması. Her yerde böyleydi. Uzundur bizi temsil eden kimse
olmamıştı. Ülkede iki tip insan vardı; bir iktidarın temsil ettiği topluluk, bir
de temsil edilemeyen azınlık. Siz azınlığı da mağdur etmeyerek demokrasinin bu
eksiğini giderebilirdiniz. Bizim tek derdimiz, milletin gücünü tanımanızdı.
Bize saygı duymanızdı. Sayın Başbakanım… Ne bize saygı duydunuz, ne de canları
yiten ailelerin, kardeşlerin çığlıklarını… Oysa bir keresinde kürsüde bir
mektup okurken ağlamıştınız. Çok olmadı… Ama unuttunuz herhalde… Olabilir.
İnsanız, hepimiz unutuyoruz.
Gezi’de hüküm süren bayram
havasıyla ve bazı yöneticilerin yumuşayan açıklamalarıyla geçti günler. Ve 9
Haziran’a geldik. İstanbul Valisi’nin tam da müdahale olmayacak dediği gecenin
sabahın kahvaltıda yeniden biber gazı vardı. Bir anda ortalık birbirine
girmişti. Polisler meydanı yeniden ele geçirmişti. Bu sırada o kötü niyetli
insanlar yeniden ortaya çıkıp polise taş ve Molotof atmaya başladılar. Şiddet
bu parkta olacak en son şeydi. Çünkü bilmiyorduk. Birçoğumuz anne babamızdan
bir tokat bile yememiştik. Bizim için şiddet, direnişten önce sadece
televizyonlarda olan bir şeydi. Gerçek hayatta böyle bir şey söz konusu bile
değildi. Fakat bir nesil provokatör kelimesini öğrenerek yetişiyordu. Onlara
laf anlatmak mümkün değildi. Baştan ayağa nefret doluydular. İyiliğin de böyle
bir zaafı var; iyiye de iyi davranıyor, kötüye de… Biraz da bu yüzden sesimiz
onlarınkinin yanında cılız kaldı. Hatta tepki gördük, tartaklandık,
sindirildik. Eylemin ruhuna yakışmamakla itham edildik. Polisin müdahalesi
sabaha kadar kısa fasılalarla devam etti. Özellikle psikolojik olarak
yıpratmaya çalıyorlardı. Revirlere, Sivil İnisiyatif’e, her iki tarafın da
kutsal saydığı mescitlere gaz bombaları atılıyordu. Direndik. Azaldık ama
Gezi’de kaldık. Sonraki günler de müdahaleler devam etti. Yılmadık, birbirimizi
motive ettik, inancımızı koruduk. Tam bu sırada yurt içinde ve yurt dışında bize
destek amaçlı gösteriler düzenlenmeye başlandı. Haksızlığın olduğu her yerde
Türkiye sesi yükseliyordu. Olayların başından beri konuşulanın aksine ülkenin
imajının zedelendiği falan yoktu. Aksine Türkiye, başkaldırının, özgürlüğün
simgesi olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nda kazandığımız karakteri yeniden ortaya
koymuştuk. Bir yandan da ulusal ve uluslararası olarak Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne davalar açılmaya başlandı. Yabancı medya bizim ana akım medyamızın
yapamadığını yaptı. Günlerce dış basının ana gündem maddesi olarak kaldık.
Dünyaca ünlü sanatçılar, sporcular bize destek için ayaklandılar. Tüm bunların
üst üste gelişiyle Birleşmiş Milletler, acil görüşme toplantısı yapma kararı
aldı. Avrupa Birliği, Türkiye’yle müzakereleri dondurduğunu açıkladı. Sayın
Başbakanımız baktı dünyayı karşısına alıyor, bir lütufta bulunurcasına, bir
nevi alın parkınızı, sizin olsun, demek zorunda kaldı.
İlk günü düşünüyordum.
Harbiye’den Gezi Parkı’na doğru giden yolu adımlarken erkek kardeşimle
konuşuyordum. “Annemlere söylemem” demişti. Bu aklıma gelince burnumun direği
sızladı yine. Bu sefer biber gazından değildi. Biber gazı yoktu artık.
“Aslanım!” dedim. Sımsıkı sarıldım. En önden o koşmuştu. Garajdaydık.
Bizimkiler tam takım, dayımın çocukları da gelmişlerdi. Önce çocukları öptüm.
Sonra kız kardeşimi kucaklayıp havada iki kez döndürdüm. Ağlayan annemin
gözlerini sildim. En son babamın elini öptüm. Hiçbir şey düşünmeden sarıldık.
Eve vardığımızda herkes bizi
bekliyordu. Anneannem, dayımlar ve biz küçük bir arsanın içinde dip dibe
oturuyoruz. Herkesle kucaklaştım. Mezuniyetimi tebrik ettiler. Darısı
bizimkilerin başına, inşallah sana çekerler, dediler. Teşekkür ettim. Kimse
direnişten bahsetmiyordu. Sanki haberleri yoktu. Babam bir iki kere soracak
oldu, sınavlarım vardı, ilgilenemedim, dedim.
Ertesi akşam babamın yakın dostu
Sinan Ağabey’ime yemeğe gittim. Taliha Abla direniş esnasında: “Sizinle gurur duyuyoruz. Tüm kalbimizle
destekliyoruz. Bodrum’a dönünce de kimseye söz verme, bizdesin.” diye
yazmıştı. Sinan Ağabey bir önceki direnişçi kuşağın temsilcilerindendi. Daha
içeri girmeden sımsıkı sarıldı bana. Saçlarımı kokladı. Bütün direniş boyunca
hem Sinan Ağabey hem eşi Taliha Abla inanılmaz destek oldular. Sürekli arayıp
sordular. İnternette, Gezi’de okunan kitaplardan alıntılar paylaştığımız bir
proje gerçekleştirmiştik. Oradaki iletilerin altına yorumlar yazdılar, gurur
duyduklarını söylediler, ailem olarak. Hakikaten ailemdiler. O yüzden her
şeyden çok, kapıdaki sarılışlarından bahsetmek isterim. Çevremizdeki insanların
bizi sahiplenişi olmasaydı, muhtemelen direncimiz çok daha çabuk kırılırdı. Birçok
arkadaşım günde en az üç dört kez –olaylar kızışınca daha sık- arayıp, mesaj
atıp iyi olup olmadığımı sordular. Şöyle diyorlardı: “İyi misin? Arada yaz, nasıl olduğunu. Dikkat et, lütfen. Bir şey olursa
bize gel. Uyumuyoruz, uyanığız.”
O gece hem yemekte, hem yemekten
sonra bütün direnişi anlattım. Beni dinlerken gözleri ışıldıyordu. Onların
gözlerindeki parıltıyı gördüğümde anladım, ne kadar önemli bir şey
başardığımızı. Biz bir olmayı başarmıştık. Direnişi dirilişe dönüştürmüştük ve
devrimcisi, ülkücüsü, imamı, müezzini, eşcinseli herkesi buna boca etmiştik. Biz
bir umuttuk. Ülkenin her hanesine güneş gibi doğmuştuk. Yüzde ellinin değil,
tüm ülkenin değil, tüm dünyanın umuduyduk. Sadece bir kısım henüz bunun
farkında değildi. Çünkü uzun zamandır haksızlığa uğramıyorlardı. Uzun zamandır
özgürlükleri gasp edilmiyor, zulüm görmüyorlardı. Hâlbuki onlarda bir zamanlar
büyük acılar çekmişlerdi. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Biz bir kişinin,
bir topluluğun değil, bir düşüncenin, eylemin karşısındaydık. Çünkü insanlar
değişiyor ama zulüm aynı kalıyordu. İleride bir gün onlar da zulme uğradığında,
bu sefer onlar için zapt edecektik meydanları. Belki başlarda bu samimiyetimizi
anlatamadık insanlara, inandıramadık. Normaldi. Uzun zamandır samimiyeti de
unutmuştuk. Olabilirdi. İnsandık,
unutuyorduk.
Sinan Ağabey’le Taliha Abla bütün
anlattıklarımı heyecanla dinlediler. Zaman zaman o günlerde aklımıza gelmeyen
detayları bulup, kendimizi de eleştirdik. Saat sabaha doğru koşuyordu. Bir ara
direnişin sahiplenilmesinden bahsederken, Taliha Abla gidip defterini getirdi.
Direniş esnasında yazdığım mesajlardan birini defterine geçirmiş. “Çok
etkilenmiştik. Oradaki ruhu tümüyle hissettiğimiz anlardan biriydi” dedi,
mesajı okudu:
“Canım Ablam, iyiyim. Bir kırk saattir uykusuzum onun yorgunluğu var
biraz. Daha uzun süredir uyumayanlar da var. Bir de çok biber gazı soluduk,
biraz da ondan güçsüz düştük sanırım. Sadece iyi olup olmadığımı sormanız bile
moral veriyor. Şu anki durumda yardım isteyecek kimsemiz yok. Çünkü zaten
onlarla mücadele ediyoruz. Arkadaşlarımızın desteği, burada olamayanların bizi
sahiplenmesi, ne yapmaya çalıştığımızı doğru anlaması çok önemli. İnsanlara
doğru anlatılmıyor. Haber alma olanaklarımız sınırlı. İnternet gidip geliyor.
Her duyduğunuza da inanmayın. Sosyal medyada direnişin kendi sayfası var.
Oradaki bilgi daha güvenilir. Desteğiniz için, eyvallah. Çocukları benim için
öpün, çocuklar önemli.”
Taliha Abla okumayı bitirdiğinde
hep beraber gülümsedik. Sinan Ağabey dilinin altından bir bakla
çıkarıyormuşçasına sordu:
“E oğlum anlatmayacak mısın
babana? Sen, söylemeyin endişelenmesinler, dedin diye, tek kelime etmedik biz.
Söyle de onlar da gurur duysunlar çocuklarıyla. Tamam, biraz sağ görüşe
yakınlar ama baban benim tanıdığım en aklıselim insanlardan biridir. Hem o da
üniversitede seksen dönemine denk geldi.”
“Yok, mesele ideoloji meselesi
değil. Biz bunun mücadelesini verdik zaten. Sadece, eğer söylersem artık her
olayda orada olduğumu düşünüp endişelenecekler. Gerek yok, bilmesinler.”
“Ya oğlum, o anlamıştır zaten,
biliyordur. Babalar çocuklarını sizin düşündüğünüzden daha iyi tanıyorlar.”
“Olsun, en azından ben söylemesem
hiçbir zaman emin olamaz. Bu da onun avuntusu olur.”
Saat sabahın üçüydü. Müsaade
isteyip kalktım. Çıkmadan çocukların odasına uğradım. Çoktan uyumuşlardı.
Sessizce öptüm ikisini de. Çocukları sevmek lazımdı. Çocuklar önemliydi.
Eve geldiğimde sabah ezanı yeni
okunuyordu. Saba makamı, başka bir ifadeyle derbeder makamı… Babam abdest almış
namaza hazırlanıyordu. Beni görünce gülümsedi. “Günaydın Oğluş!” dedi, öptü.
“Hadi bana müezzinlik yap da, birlikte kılalım sabah namazını. Gurur duyardım.
Çünkü benim tanıdığım imamla müezzin birer kahramandı.
Namazdan sonra bahçeye çıktık.
Babam kızaran domateslerden birini koparıp bana uzattı. “Bu senekiler başka
lezzetli” diyordu. Ben o sırada damla sulamayı açıyordum. Güneş doğmadan bir
yarım saat bile olsa, sulansalar iyiydi. Ayaklarımız ıslak toprağa basarak
sohbet ettik. Babam uzun zamandır gözünden rahatsız. Retinasındaki ödem artmış.
“Son zamanlarda iyice okuyamaz oldum” dedi. Çocuklardan bahsetti biraz.
Ufaklıktan yakındı. Sonra bir sessizlik oldu. Cırcır böceklerini dinliyordum ki
babam:
“Ne konuştunuz Sinan’la bu saate
kadar?”
“Arya Suat bu sene lise sınavına
girecek. Kendimizce bir gelecek planlaması yaptık. Arya’nın kendi seçimlerini
kendi yapacağını söyledim…” derken babam girdi araya:
“Sen de öyle yaptın değil mi?” Gülümsemiyordu.
Hiddet de yoktu sesinde. Saf merakla soruyordu babam.
Ben de anlatmaya başladım.
Direniş’teki ilk gecemdi.
Intercontinental Hotel’in parka bakan cephesinde çimlerde oturuyorduk.
Kalabalıktık. On bir kişi falandık. Sürekli birileri gidip başka birileri
katılıyordu. Herkes herkesin arkadaşıydı. Bir tek ben kimsenin arkadaşı
değildim. Grubun en az konuşanı Damla, seninle birlikte oturabilir miyim, deyip
yanıma çökmüştü. Ben kitap okuyordum. Damla’dan bir beş dakika sonra Yağmur
geldi, Damla’nın ablası. Sonra Aykut, sonra Ayşegül, sonra diğerleri… Mehmet
diye bir çocuk vardı. Sokakta görsen keş diyeceğin tiplerdendi. Galata’da
barmenlik yapıyordu. Yağmur, Mehmet’in yeşil tişörtünü çok beğenmişti. Mehmet
de buna çok sevinmişti. Birkaç saat sonra olacaklardan habersiz, gülüp
eğleniyorduk. Hepimiz neşeliydik. Mehmet çok konuşuyordu. O gün bara gelen,
hayatında gördüğü en uyuz adamı anlatıyordu. Adam kalkarken koltuğa parasını
düşürmüştü. Parayı görür görmez alıp sokağa fırlamıştı Mehmet, adama
yetiştirmişti. Niye yaptım ki, diyordu gülerek. İyi insanlara has bir gülüşle
anlatıyordu. Mehmet çok iyi adamdı. Zaten sabaha karşı çişi geldiğinde,
Yağmur’un gidip bir köşeye yapması teklifini de reddetmişti. Otlar solar kızım,
diyordu. Mehmet çok naif adamdı. O gece oradaki bir dolu şahane adamdan
biriydi.
Dolmabahçe’deydim. En büyük
çatışmaların olduğu gün… Barikatın içine biber gazı düşmüştü. Ben o sırada
barikatı ilerletebilelim diye önündeki demir yığınlarını kenara itmeye
çalışıyordum. Ayağımın kırk santim yanına isabet etti gaz bombası. Gözlerim
kapalı, bilinçsizce, öğürerek geriye doğru koşuyordum. Gaz bulutunun içine…
Barikat iki gaz bulutunun arasında ve içinde kalmıştı. Gözlerim kapalı koşarken
çamurun içine yuvarlandım. Biri beni kaldırıp kenara doğru çekti. Gözlerime,
ağzıma Talcid’li su sıkıyordu, “Gargara yap, gargara” diyordu. Biber gazının
etkisi otuz saniyedir. Sonra daha rahat nefes almaya başlarsın. O otuz saniye
otuz dakika gibi gelir orası ayrı. Biraz gözlerimi aralayabildiğimde Beşiktaş
atkılı bir adam bana gülümsüyordu. “İyi misin,” dedi, “Biraz dinlen burada.”
Sonra koşarak uzaklaştı. O gece kim bilir kaç kişiye daha yardım edecekti.
Aynur Öğretmen vardı. Ağaçların
diplerine kitaplar bırakıyordu. Çocuklar okusun diye. Çocuklar seviyor diye. Bu
çocuklar okumaktan başka bir şey bilmiyor gibiler diye. Sonra o kitapları
topladık, yenilerini ekledik. Bir kütüphane kurduk. İnsanlar günlerce o
kitapların başında sabahladılar. Bir keresinde biraz uzakta durmuş kütüphaneyi,
ağaçların altında kitap okuyan insanları seyrediyorduk, Aynur Öğretmen şöyle demişti:
“İyi ki sizi eğitememişiz…”
Dolmabahçe’deyiz
bir gece. Başka bir gece İstiklâl Caddesi’ndeyiz. Ortalık toz duman. Başak var,
Ezgi var. Ellerinde Talcid’li su, peçete, limon, astım ilacı var. Kalpleri
kocaman. Nerede gözü yaşlı biri var, onlar oradalar. Kanatları var sanki. Çünkü
aynı anda bu kadar çok insana yardım etmelerinin başka açıklaması olamaz.
Hepimiz ağlıyoruz. Hepimizin yüzleri, gözleri kıpkırmızı… Burnumuz akıyor, hem
de ne akmak, sinüzit falan kalmamış. Başak’la Ezgi hâlâ koşuşturuyorlar, hiç
uyumamışlar. Bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı. Ağlamamanın imkânı yok, çünkü herkes
bir diğerini kucaklıyor. Sabaha doğru kanatları iyice belirginleşiyor Başak’la
Ezgi’nin. Gün doğarken başlarının üzerinde haleleri de var, gündüz gözüyle bile
görülüyor.
Bir
başka gece Gezi’deyiz. Başak var yalnız. Gökyüzü bulutlu. Serin. Sabaha karşı
yağmur yağacak. Hava, hava gibi kokuyor, başka bir şey gibi değil. Uzaklardan
bir piyano sesi geliyor. İnsanlar gülüşüyor. “Anne benim çadırım dağınık değil ki,” diyor biri, “Onun kendi içinde bir düzeni var.”
İnsanlar yine gülüşüyorlar. Bizim çadırımız yok. Battaniyelerimiz var yalnız.
Özgür Ağabey getirmiş. Ona da Özgür demiyor kimse, Muhtar diyorlar. Muhtar tam
bir modern Robin Hood. Zenginden alıp fakire veriyor. Muhtarın başka
çadırlardan alıp bize getirdiği battaniyelerimize sarılmış, çimlerin üzerinde
uzanıyoruz. Başımızın altında Başak’ın çantası… İçinde üç şişe Talcid’li su
var. Başak evde hazırlayıp getirmiş. Onların üzerinde uyuyoruz. Sabaha karşı
bir gürültü; Muhtar, Robin Hood’luk yaparken yakalanmış. Başak’la birbirimize
bakıp gülüyoruz. Sonra battaniyeleri bırakıp kaçıyoruz.
Gezi’nin sakin sabahlarından
biriydi. Güneş Üsküdar’dan pırıl pırıl yükseliyordu. Gece çimlerde oturduğumu
gören Cem ile Didem beni çadırlarında misafir etmişlerdi. Sabaha kadar bütün bu
yaptıklarımızı konuşmuştuk ve bir adım sonrasını… O gün finalim vardı. Cem’le
Didem’i uyandırmadan sessizce çıktım çadırdan. Sivil İnisiyatif’e doğru
yürüdüm. Niyetim bir şeyler atıştırmaktı. Otuzlu yaşlarında bir abla vardı
standın başında. “Günaydın abla,” dedim, “İyi misiniz? Uykusuz gibisiniz.”
“Günaydın. Yok, ben yeni aldım
nöbeti de sen uyumamışsın galiba, gözlerin kıpkırmızı.”
Uyumuştum, yarım saat. “Hepimiz
yoruluyoruz ama değecek” dedi abla. Bana cesaret vererek. “Okula mı?”
“Evet, sınavım var dokuzda.”
Sınava gideceğimi öğrenen abla kaşlarını çattı. “Olmaz böyle,” dedi, “Adam gibi
ye bir şeyler.” Ardından da tepeleme dolu bir tabak hazırladı bana. O gün
sınavda bütün soruları yaptım. Birazını kendim çoğunu o abla için. Çünkü birbiri için yaşamayı seven insanlardık biz. Birbiri için bir şey yapmaktan
mutlu olan insanlardık. Biz ne güzel insanlardık…
Bir akşam yine çimlerde
oturuyoruz. Kalabalığız yine. Edebiyat konuşuyoruz. Musa günümüz kadın
yazarlarından birini fena eleştiriyor. Anıl da tam zıttı görüşte. Sürekli
itiraz ediyor. Yazarın kullandığı anlatım tekniklerinden tut, yazdığı konulara
kadar hiçbir noktada anlaşamıyorlar. Neredeyse boğaz boğaza girecekler. O
sırada Dayanışma’dan bir ağabey geldi: “Çocuklar hadi bir zincir yapalım, sular
taşınacak” dedi. “Kalabalığız, zincire gerek yok, biz hallederiz” dedik. Suları
taşıyoruz. Musa, Anıl’a: “Kardeşim sen şu tekliyi al, kalanını ben alırım belin
ağrımasın” dedi. Anıl güldü. Biz de güldük. Sonra suları taşıdık.
Ben anlattıkça babamın yüzü
ışıldıyordu. Gülümsemesi yüzünde parlıyor, dudaklarından gözlerine yansıyordu.
Ben de anlatmaya devam ettim. Sokak aralarında, revirde gece gündüz uyumayan
doktorları, hemşireleri, tıp öğrencilerini anlattım. Parası olmayanlara yemek
yetmez diye, yemek için çevredeki lokantalara giden Mert’i anlattım. Koluma kan
grubumu yazan kızın kucaklayan gülüşünü, onlarca insanın hayatını kurtaran
kahraman imam ve müezzini anlattım. Bütün direniş boyunca her an yanımda olan,
sesleriyle, mesajlarıyla bana ailemmiş gibi hissettiren insanlardan; Fatma’dan,
Sinem’den, Ayral’dan, Gül’den, Deniz’den, Atmaca’dan, kuzenlerimden, Onur’dan,
Cemre’den, Murat’tan, Fikriye’den, Cansu’dan, Tamara’dan, Burak’tan, Aslı’dan,
Metin Ağabey’den bahsettim.
Bu insanları anlattım, çünkü
muhtemelen hiçbir tarih kitabı bu insanlardan bahsetmeyecekti. Aileleri nasıl
kahraman çocuklar yetiştirdiklerini bilmeyeceklerdi. Bu insanları anlattım,
çünkü ben bitirdiğimde babam şöyle dedi:
“Çok insan uzun zamandır bunu
bekliyordu. Şükürler olsun. İnşallah emeğiniz karşılığını bulur, bu
yaptıklarınız unutulmaz.”
Ben de en başından beri bundan
bahsediyordum. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Fakat unutmamalıyız.
Yaptıklarımızdan çok, bir zamanlar bir olabildiğimizi, bunu bir kez
başarabildiğimizi unutmazsak yeniden yapabiliriz. Yeniden inanabiliriz.
-unutmayalımdiye. / Gezi Parkı,
16haziran2013.
-Kültür Mafyası Dergisi Temmuz-Ağustos 2013 Gezi Direnişi Özel Sayısı'nda yayımlanmıştır.