2 Kasım 2014 Pazar

Tuhaf

Kırk iki saat sonra kamarama gelmiştim. Hâlâ daha iki güverte yukarı –altmış dört basamak- çıkabilecek gücümün olduğuna –basamakları sayarak da olsa- şaşırarak banyoya girmiştim. Yorgun bedenimi daha fazla taşıyamayan dizlerim sonunda pes etmişti de kapıyı kapayıp sırtımı arkasına dayamış ve yere oturmuştum. Bir süre zoraki ve cansız hareketlerle soyunmaya çalışmıştım. O ara hâlâ kamaraya nasıl gelebildiğime şaşırmaya devam ediyordum. Son otuz saatim termometrenin kırk sekiz dereceyi gösterdiği makine dairesinin, sıcaklığın elli altı dereceye yükseldiği separator kısmında geçmişti. Ne yapıyordum orada. Nasıl yapıyordum. Makineler nasıl çalışıyorlardı. Niye bozulmuyorlardı. Eşyanın tabiatının böyle dirayetli olması bana son derece anlamsız geliyordu. Biraz dinlendim. Merdivenleri nasıl çıktığımı anlayacak kadar; ama kapıya kadar gelip de kapının önünde uyuyakalmanın mantıklı geldiği dakikaları idrak edebilecek kadar değil. Sürünerek suyun altına girmiştim. Orada belki yarım saat oturduktan sonra ancak kendime gelebilmiştim. Fakat sadece yatağa gidebilecek kadar. Kurulanabilecek ya da üzerimi örtebilecek kadar değil.

Sonra tuhaf bir şey oldu. Geçenlerde mektubuma cevaben kaydettiğin sesini yollamıştın. Kim bilir kaçıncı kez, düşünmeden onu açtım. “Mektupların konulup” diyecekken duraksayıp, “konulduğu” diye düzelttiğin yeri tıpkı senin gibi söylemeye çalıştım yine. Bu sefer biraz daha benzettim. Becerdiğime sevinip gülümsedim kendi kendime. Artık neredeyse ezberlediğim kelimeleri seninle birlikte teker teker söyledim. Ama senin sesini bastırmayacak kadar kısık. Mırıltıyla. “Vapurda okudum… yazdıklarını. Sonra kocaman bir gülümsemeyle işe gittim o yüzden zaten hiç yorulmadım…” dediğin yerde sustum. Burayı senin sesinden dinlendim. 

Sevindim yine. İçim gülümsedi. Yüzümüzün sınırları var diyeceğim bir gün sana, ama içimizin yok diyeceğim. Böyle diyeceğimi bileceksin, sonra bu tuhaflığa güleceğiz. İçimiz gülecek…

Sesinde tuhaf bir şey vardı. Bu yüzden kendimi hiç yorulmamış gibi hissettim ben de.

Sesinde; kahve kokusu vardı, alelacele evden çıkarken ayakkabılığın üzerinde unuttuğun fuların, posta kutularına takılışı gözünün… 

Sesin, Caferağa Mahallesi’nde şangırdayarak açılan kepenkler.

Sesin; 08:20 vapurunun yolunu bir kuş gibi uça seke adımlayan topuk tıkırtısı, turnike sesleri, bakiye yetersiz aksilikleri, üst katta, dışarıda yer arayan bakışlar… Kadıköy İskelesi…

Sesin; martı gülüşleri, rüzgâr uğultusu, abla bir mendil alır mısın, Allah rızası için, şu elimde görmüş olduğunuz, içeriden gelen gitar ve keman sesleri…

Sesin; vapurun suyun üzerine köpük köpük yazdığı mektup, belli belirsiz gülümseyen çok uzak bir limandan gelen başka bir mektup, çok uzak bir limana giden başka bir gemi, başka köpükler…

Sesin; mendili çantana koyuşun.

Sesin; Allah sevdiğine kavuştursun.

Sesin; iskele babasına sekiz yapılan halatlar.

“İşte bir sürü şeyler oluyo, çok komik şeyler oluyo…”

Sesin; günaydın, bonjour madamoiselle tu es tres belle ce matin1, Muhlis Efendi bize iki çay getirebilir misin, iyi günler nasıl yardımcı olabilirim, bu kırmızı elbiseyle bu kahverengi ayakkabılar hiç olmuş mu, Mehmet Bey’in karısı dudaklarına silikon yaptırmış gördünüz mü?

Sesin; daktilo şakırtıları, durmadan çalan telefonlar, ça ne marche pas comme ça2 diyorum şekerim anlamıyor musun, bolca kahkaha, herkesin gönlünce gülebildiği rengârenk toplantılar.

Sesin; Dolmabahçe’den Beşiktaş’a başka birinin adımlarına basarak yapılan bir yolculuk.

Sesin; çıplak ayakla betona basılan bir balkon ikindisi, fesleğenlere avucunu sürtüp burnuna götüren karşı komşu, Topkapı’da batan güneş.

“Güzel olur bence de.”

Sesin; güzel bir gecenin hayali, kol kola yürünen bir yol, şarap tadı, birbirine karışan, birbirine yakışan gülüşler…

Sesin bir tuhaf.

Şimdi de uyuyorum.


“Kahvemi aldım, bu sefer sesli yazayım dedim sana…”


1 bonjour madamoiselle tu es tres belle ce matin: günaydın hanımefendi bu sabah çok güzelsiniz. (fra.)
2 ça ne marche pas comme ça: o iş öyle olmaz. (fra.)


-Temmuz 13, 2014. / Houston.

13 Ekim 2014 Pazartesi

Hatırlanmayan Zamanlardan X / Banyo

ince bilekler
kalın dudaklar
kemiklerinden öpülecek bir omuzda
alelade duran bir hırkanın
öpüşlerin birinden sıyrılıp
düşüşü
ama önce lavabo aynası
yüzüm
duştan çıkan sevgili
yanağımda parmakları
gidecek mi?
ince bilekler
kalın dudaklar..
sonra..
sonra paldır küldür yıkılışı Sevişen'in.

9 Ekim 2014 Perşembe

Hatırlanmayan Zamanlardan IX / Su

Onu ilk kez tanıdığımdan çok uzun zaman sonra bile bir kez olsun hayalimdeki adam olduğunu düşünmedim. Aslına bakarsan hayalimdeki adam diye de bir şey yoktu. Doğru düzgün bir adam tanımadığımdanmış herhalde. İlk başlarda her hareketi yapmacık geliyordu. Yok yere mükemmel olmaya çalıştığını, kendini kastığını sanıyordum. İlk günden son günümüze kadar neredeyse hiçbir buluşmamıza gecikmedi. Olduysa bile bir iki dakika… Onlarda da beni gülümsetecek bir bahanesi vardı hep. Bugün papatya mı yoksa gül mü alsa elbiseme yakışırdı acaba, karar verememişti. Hem saçmaladığını düşünüyor hem de gülüyordum. Bu kadar planlı yaşamasına da uyuz oluyordum. Ona sorsan yaşadığı, spontane hayat tarzının kralıydı; “Allah’a şükür bütün işlerim rast gidiyor o kadar”dı. Fazla romantikti. Bakınca rahatsız etmiyordu aslında, yapmacık da değildi. Zaten romantizmi hayatına iyice yedirmişti, o sıralar olduğu haliyle doğmuştu sanki.

İlk sevgili olduğumuz gün. Vapurdaydık. Haldun Taner’den dönüyorduk. Flört döneminde çok dolu yaşadık. Haftada iki ya da üç günü birlikte geçiriyorduk. Benimle ilgilenmesi hoşuma gittiği için değil sadece, birlikte çok eğleniyorduk, çok gülüyorduk. Saatlerce her şeyden konuşup hiç sıkılmıyorduk. Beni pür dikkat dinlerdi. Hiçbir dediğimi unutmaz, sonra başka zaman, başka konularda, satır aralarında falan söylediklerime atıfta bulunurdu. Karşısındakini etkilemeyi iyi becerirdi yani. Neyse işte o gün, her zamanki gibi tiyatrodan çıkmış, bir Moda turu atmıştık. Hemen her seferinde benim eski evimin olduğu sokaktan geçer, Kemal’in Yeri’nde birer çay içer, son Beşiktaş vapuruyla da geri dönerdik. O gün hafif rüzgar vardı Boğaz’da. Yine de benim dışarıda oturma isteğimi kırmamıştı. En baş taraftaki sıraya oturduk. Bizden başka bir çift daha vardı üst güvertede. Küpeşteye doğru yürüdü. Sonra bana dönüp, “ne bu Kadıköy-Beşiktaş vapurunun güvertesinde salınan nazlı rüzgarın, ne de martıların, bizi el ele görmeden içi rahat etmeyecek bu sokakların” dedi ve elini uzattı. Böyle romantik hikâyelerle dalga geçtiğim yılların ardından bu duruma düşmek komik gelmişti. Güldüm. Kahkaha attım. Sonra, o an benim için de bir şeylerin değişiyor olduğunun içime düşürdüğü esintiyle kalkıp yanına yürüdüm, elini tuttum. Beni kendine doğru çekti, sarıldık. O sırada bizi izleyen çiftten bir alkış koptu. Mutlulukla kıkırdayıp kulağına, hangi kitaptan bu sözler, diye fısıldadım. Yine kulağıma, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından, diye cevapladı. Yusuf Atılgan, ben okuldayken bir dönem proje ödevim olmuştu. Aylak Adam’ın her satırını biliyordum. Böyle bir şey geçmiyordu kitapta. Anlatabiliyor muyum Mehmet’in nasıl bir adam olduğunu?

Sonra sevgili olduk. Zamanla farkında olmadan değiştim. Dürüst davranmam gerekirse kendimi buldum. Sadece insanlarla değil, hayatla da arama ördüğüm duvarları yıkmama yardım etti. Kendimi tanımamı sağladı. Yıktığımız duvarların yerine yollar yaptık birlikte. Hep bir yolunu bulurdu, bana da öğretti. Küçük şeylerden bahsederdi sık sık. Olayların arasındaki incelikleri öyle iyi çözümlerdi ki bazen ikiyüz yaşında falan olduğunu düşünürdüm. O da değişti biraz. Baştaki uyumluluğunu seyreltti. İtiraz etmeye, uyuz etmeye, zaman zaman kavga çıkarmaya başladı. Eğer değişmesiydi böylesine aşık olmazdım herhalde. Çünkü insan rahatça sevebilmek için karşısındakinin de hata yaptığını görmek istiyor.

Sonra rüya gibi bir yıl geçirdik. Şimdi düşünüyorum da gerçekten bir anı dahi boş yaşamamışız. Her anımız ayrı bir hikaye. İlk kez birlikte olduğumuzdaki o heyecan, o güzellik, o saflık. İlk kez biriyle sevişiyormuşum gibi hissetmiştim. Sonra yan yana uzanıp sırtımı onun göğsüne dayadığımda kulağıma uzanıp bir şiir okumuştu: “kuşlar ile bulutlar / ve kırmızı bir uçurtma / nasıl yakıştıysa gökyüzüne / sesim de sesine, / sessizliğim sessizliğine / öyle yakıştı.” Yıllarca yaptığım her şeyi hep sorguladım. Hiçbir zaman doğru bir şey yaptığımdan emin olamadım. Hep o rahatsızlıkla yaşadım. Ama o gün ilk defa bütün tereddütlerimden arınmış, huzurla uykuya daldım.

Bir sabah geldiğinde çok kötü durumdaydı. Sağanak yağmur vardı o gece. Islanmayan tek bir yeri kalmamıştı. Anahtarın kilitte döndüğünü duyduğumda yataktan fırladım, henüz uyumamıştım. Mehmet’i kapıda gördüğümde neredeyse bayılacak haldeydi. Çok zor nefes alıp veriyordu. Onu öyle görünce donup kalmışım. “Çok ıslandım” dedi, soluk alıp verişlerinin arasından. O konuşunca kendime geldim. Koluna girdim birlikte yatak odasına geçtik. Gömleğini çıkardım önce, sonra pantolonunu. Bir an tereddüt ettim ama sonra kalan ne varsa soydum. Bir havlu getirip saçlarını kuruladım. Yatağa uzandı. İçeri gidip duşu hazırlamak için kalkacak oldum, bileğimden yakaladı. “Gitme” dedi. Yanına uzandım. Başını göğüslerimin üzerine koydu. Korkuyordum. Ne olduğunu merak ediyordum ama korkuyordum. Onu ilk kez bu halde görüyordum ve alışık olduğum durum onun bu hale düşmeyecek bir adam oluşuydu.

Nefesini düzene sokması neredeyse bir saat sürdü. Sonunda göğsümün üzerinde çarpan ikinci kalp, saat ritmini bulduğunda uyuyakaldığını düşünüp biraz rahatladım. Yine de neler olup bittiğini düşünmeden edemedim. Bir yarım saat boyunca karşıda duran boy aynasından yansımamızı seyrettim. Bunu nasıl atlatacağız diye düşünüyordum. “Göğüslerinin arasında arapyaseminleriyle dolu bir vadi var” dedi. Sanırım bir yolunu bulmuştu.

Bir hafta sonra ailemle tanıştı. Öylesine rahattı ki, sanki uzaktaki oğulları gelmiş gibiydi. Tek kusuru en olmadık zamanda gitmesi oldu. Bir hafta sonraydı, o gün babam onu balığa gitmek için bekliyordu. Akşam yemeğini bizde yiyecektik. Fakat gelmedi.


İşte Mehmet ılık bir karayel gibi hayatımdan gittiğinden beri, yine bir yolunu bulup geri dönmesini bekliyorum. Beni buna alıştırmasının bir sebebi vardı muhakkak, olmasa yapmazdı.

23 Eylül 2014 Salı

Hatırlanmayan Zamanlardan VIII / Gidebilmek, git diyebilmek.

Ona son kez sarıldığım, benimkiler ölçülüp biçilip de onunkiler yaratılmışçasına birbirine eş dudaklarımızın son kez buluştuğu ve aynı zamanda onu son kez gördüğüm günden tam üç yıl sonra aynı yerde yeniden karşılaştık. Teşrin sonuydu. Sabaha karşı yağmur yağmıştı. Az ilerideki su birikintisinin üzerinden atladı. Kafasını kaldırıp önüne baktığında beni gördü. Daha sokağın başından onu görmüş, yürüyüşünden tanımış, henüz fark edilmemişken geriye dönüp kaçmakla bir yarayı kanatma tutkusu arasında sıkışıp kalmış, öylece durup ona bakıyordum. Bana doğru yürümeye devam etti. Bir metre kadar uzağımda durur sonra da öylece konuşmadan durmaya devam ederiz, sonra ne yaparım, belki ne yapacağımı bilemediğimi anlamasını beklerim, diye düşünüyordum.

Bana doğru yaklaşıyordu. O yanıma gelene kadar; onbiray çiçeklerinin yaprakları arasında biriken yağmur, mor ve beyaz  damlalar halinde yere düştü. Begonvilin o tanıdık ıslak kokusuyla doldu ortalık. Sonra ben gittim. On iki tane mektup yazdım. Günlerce cevap bekledim. Cevaplar gecikince kendimi avuttum. Cevap gelmediğinde kırıldım. Bir daha hiç cevap gelmeyeceğini kabullenmeye çalıştım. Sonra bir gün bir mektup geldi. Bir daha cevap yazmayacağını belirtmişti o mektubunda. Bunu söylediği iyi olmuştu. Çünkü insan umut edecek bir şeyi illâ ki buluyor. İlk gittiğim günden yüzsekseniki gün sonra geri döndüm. Döndüğümü haber vermedim. Yaşamaya devam etmeye çalıştım. Başardım da... Çünkü insan yaşamak için de bir sebep illâ ki buluyor. Onyedi ülke dolaştım. Gittiğim her yerin şarabından içtim, balığından yedim. Çok güzel kadınları öptüm. Otobüs yahut vapur yolculuklarında bakışmaya dayalı ilişkiler yaşadım. Böyle mütevazı toplu taşıma sevdalarıyla mutlu olmaya çalıştım. Dünya iyisi insanlar tanıdım, sıra dışı hatıralar paylaştım. İki kere ölümden döndüm. İnsanın ölüm zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman öleceğini öğrendim. Otuz küsur öykü yazdım. On küsur tane de şiir... Bir köpek geçti yanımızdan. Bir karga gelip duvarın üzerine kondu. Mevsimi olduğu üzere sokağın başında lodosla oynaşıyordu yapraklar. Bir kedi sıçradığı gibi arapyaseminlerine tutunup çardağa tırmandı, yapraklarda biriken bütün su şangırtıyla yere döküldü. Etrafa arapyaseminlerinin o hafif, huzurlu kokusu yayıldı.

Yürüdü, yürüdü, hiç duraksamadan, son seferden yaklaşık bindoksanbeş gün onsekiz saat sonra gelip boynuma sarıldı. Başını göğsüme yasladı. İyon dalgaları halinde beline inen saçlarına dokundum. O ana kadar her şey üç yıl önceki gibiydi. Fakat teninin kokusunu duyduğum an arada geçen zamanın ayırdına vardım. Eskiden burnumu dayama isteğiyle dolduğum boynunun kokusu artık farklıydı. Zamanında, ona ilk kez dokunduğumda ruhumu tutup silkeleyen koku, bir genç kız kokusuydu. O anda yadırgadığım koku ise, genç kızlık hatıralarını anımsatmakla birlikte dönüşümünü tamamlamış bir kadına aitti. Neydi bu kokuyu dönüştüren? Belki ben, belki başkaları... İnsan biraz da hikâyesi gibi kokuyordu...

Nasılsın, diye fısıldadı. Elimin saçlarında olduğunu hissettirdim. Sonra gevşettim kollarımı. Bir şey sormadım. O da daha fazla zorlamadı. Gözlerini kaldırıp gitmeyi öğrettiği adamın yüzüne baktı. O gittikten sonra ben de sahip olduğumuz her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalmıştım. Zamanla her yerden, her şeyden bir süre sonra ayak diremeden gitmeye başladım. Öyle güzel öğrendim ki gitmeyi, ondan sonra hiçbir şey, ne mektup pulları, ne kıvırcık esmer kadınlar, ne baharat kokuları varlıklarına alıştıktan çok sonra bile asla sıradanlaşmadı.

Başımı belli belirsiz sallayıp, gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Bazı duygular dünyanın her yerinde, her dilinde aynı anlama gelir. Bana gitmeyi öğreten kadın, git demeyi de öğrenmiş olmamdan şaşkın, o bildiğim acele, düzgün ve beyaz adımlarıyla uzaklaştı.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Eski 45'likler

“Günaydın.”
“Günaydın.”
“Nasıl rahat uyuyabildin mi?”
“Hem nasıl! Kalkmak istemedim yataktan.”  Yalan söylüyorum, yine. Seninki de soru, nasıl rahat uyuyabilirim ki, birlikte uyumadık.

---

Yumurtayı nasıl istersin, diye sordun. Omlet olsun, dedim. Muzırca gülümsedin. Daha önce hiç omlet yapmadığına şaşırmadım. Böyleyim ben, hiçbir şeye şaşırmam. Benimkisi gibi bir hayatta her şey olabilir. “Tamam öyleyse, mutfakta harikalar yaratacağım dakikalara hazır mısın?” dedim. Gülümsedin. Sürekli yüzünde olan bir şey gülümseme, ama o kadar canlı ki her seferinde söyleme ihtiyacı duyuyorum. Bak yine. .

Ben yumurtaları çırptım, sen kaşarları rendeledin. “Neden omlet istedin, ne güzel sen isteyecektin ben yapacaktım, of!” Ben ömrümde böyle tatlı sitem görmedim. Rendelediğin kaşarlara bakıp, “Bunlar böyle uzun uzun çok güzel olmadılar mı?” diye sordun. “Şahaneler!” Sık kullanırım bu lafı, kullanmamı seversin. Ne zaman bir ‘şahane’ kopsa dudaklarımdan, aramızdaki gizli anlaşmaya sadık kalarak güleriz.

Sonra uzun bir kahvaltı yaptık. Omleti çok beğenmişsin. İtalya’yı anlattın biraz. Hiç alışamadığın İtalyan kahvaltılarından bahsettin. “Fakirler!” dedin gülerek. Güldüm. Birlikte güldük. Senin gülümsemenle birlikte büyüdü gülümsemem.

Kahvaltıdan sonra bulaşıkları mutfağa taşıdık, hemen yıkamaya başladın. Ben de mutfağın kapısında sağ omzuma doğru yaslanıp seni izledim. Az önce yaptığımız neşeli –öğünler için lezzet kelimesi kullanılır biliyorum ama, kahvaltı için lezzetli dersem, dudakların için hangi kelimeyi kullanacağım- kahvaltının bulaşıklarını sıyırdın tabaktan. Bir şarkı çalmıştı da aynı anda hoplayıp sevinmiştik, eski 45’liklerden bir tane. Ne tatlı şarkı, demiştim. Capcanlı, dipdiri bir “Evet!” kopmuştu dudaklarından, “Bu şarkıyı tanımlayacak en doğru kelime: tatlı.” Sonra şarkı bitene dek gülümsemiştik. Tek bir gülümsemeyi paylaşmıştık. Tek bir ağızda, tek bir gülümsemeydik. Tepeden tırnağa ikiz ve çıplak bir gülümseme. Sonra bir salatalık atmıştın ağzına. İşte az önce salatalık tabağından sıyırdığın; o gülümsemeydi. Keşke kalsaydı biraz daha, ben gittikten sonra yıkasaydın bulaşıkları.

Böyle bakmaya devam edecek misin, dedin. Omlet tabağını sıyırdın. Bardakları boşalttın. Gülümsedin. Eğilip yere düşen peynir parçasını aldın. Attın. “Hadi bu domates kalmaz böyle” dedin. İstemedim. Zorla ağzıma tıktın. Gülümsedin. Arkanı döndün. Saçların savruldu. Su kaynattın. Tavaya boşalttın. Tabakları yıkadın. Duruladın. Bardakları zaten yıkamıştın. Bana dönüp, “Hadi bakıp durma, içeri git televizyon izle sen” dedin. Cevap vermedim. Gülümsedim. Tavayı sürttün. Duruladın. Bana baktın. Sana bakıyordum. Ne kadar güzel diyordum. Zarafet diyordum. Saçları yumuşacıktı diyordum. O ara sen tezgâhı siliyordun. Ardından ellerini yıkadın. Kuruladın. “Bak ne çabuk hallettim, değil mi?” dedin. Gülümsedin.
“N’olursun bakma öyle artık, hadi git.”
“Gidemem. Bakmayı da bırakamam. Sus diyeceksin şimdi ama susamam. Her şey böyle güzel olmaya hazırken korkamam. Korkamayız. . Öyle bir araf ki bu; ne sarılıp kucaklayabiliyorum seni, ne de bırakıp gidebiliyorum. Kokunu hiç unutmadım. Sarılışını da.. Sadece öpüşünü hatırlamaya çalışıyorum bazen, olmuyor. Dilimin diline değdiği an, tatların birbirine karışıp lezzete dönüşmesini yeniden yaşamak istiyorum. N’olur hatırlat bana, bir daha da unutmama izin verme” diyemedim. Dolayısıyla sen de boynuma atlamadın.
“Ben dilinin dilime, dudaklarıma dokunuşunu hiç unutmadım. Bir daha unutursan çok fena olur” demedin. Öpüşmedik. Tüm o boşaltıp temizlediğin mutfak tezgâhının da boynu bükük kaldı.

Salona gittim. Eşyalarımı topladım. Ben artık gideyim, dedim.

Sarıldık. “Yolu bulabilirsin, değil mi?”
Başımı eğdim.
Gülümsedin.
“Hoşça kal.”
“Yine gel.” Gülümsedin.

3 Nisan 2014 Perşembe

Ayraç IV: Hasan Ali Toptaş, Yalnızlıklar.

İnsana en yakın yalnızlıktır insan…

Bu cümleyle başlıyor Hasan Ali Toptaş’ın Yalnızlıklar’ı. Ardından, sadece yazılanlarla değil; okurken bize hayal ettirdikleriyle de cümlenin altını tıka basa dolduran bir kitapla tanışıyoruz. 

Okurken buram buram yalnızlık hissetmiyorsunuz. Bunun yerine bir dinginlik hâli söz konusu; hatta bir nevî tevekkül. Bu, yaşadığın her an, derinde bir yerde gizlice duran, kimsenin senin düşüncelerini, senin düşündüğün gibi düşünemeyecek, o düşünceleri senin vücudunla somutlaştıramayacak olması hissinin; senden bir tane daha olmaması hissinin getirdiği yalnızlık. Bu adeta yaşayabileceğin her şeyi yaşamanın, yaşayacak bir şeyinin kalmamasının yalnızlığı.

Anlatım dili olarak ise, yazar kendisine yapılan,  sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer, övgüsünün ne kadar yerinde ve haklı olduğunu yine Türkçe’nin bütün sınırlarını kullanarak gösteriyor. Yalnızlıklar’ı okurken şiirin ve öykünün o şahıslarına münhasır tatlarını alıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında da yazarın başarısı takdire şayan.

Bunların yanı sıra son olarak söylemek zorunda olduğumu düşündüğüm, aksi takdirde eleştirilerin de eksik kalacağı bir şey var ki, o da; kitap boyunca akıl ve gönlün dingi mücadelesidir, hatta neredeyse uzlaşmışlarcasına…

İyi ki var Hasan Ali Toptaş.

İyi okumalar.

---

Notlar:

s. 7.
“ve  geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hâlâ gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün…
Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.”

s. 23.
 “Bir tankın duruşuyla büyür yalnızlık,
bir namlunun bakışıyla büyür
ve her namludan bir toplum bakar dışarıya.
Bu yüzden namlular hep kalabalıktır,
bu yüzden kimse tek başına değildir arpacıkta
Bu yüzden, her tetik bir dağdır;
ve işaret parmaklarımızda bu yüzden,
sürekli bir ürperti vardır.”

s. 29.
“Yalnızlık alıp karşına kendini,
öteki kendinlerle konuşmaktır.
Bakışmaktır, öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
Kimi zaman da, öldürmektir
içlerinden sana en çok benzeyeni,
benzemiyor diye.”

s. 38.
“elimizden biricik bir el eksilse,
yanağımızdan küçücük bir ağız düşse
ya da
kulak mememizde asılı duran
ve zamanı örtündükçe
inatla sesimize benzeyen o ses
sessizliğe dönüşse;
telaşlanırız hemen.”

s. 62. – 63.
“O yıllarda, dondurma külahına uzanan dillerden
yansırdı insanların çıplaklığı,
bir düşten ya da
güllerden;
ve gidilse gidilse ancak evine dek gidilirdi insanın,
odasına, yatağına ve tenine dek gidilirdi
ki, ötesi yoktu,
ötesi yorgunluktu, terdi.
Yani şaşırıp kaldığımı o yaratık,
çıplaklığının sınırında biterdi.
Bu yüzden minyatür öpüşmelerde ölürdük biz,
onlar cennet gibi bir şeydi.
Bakışırken bir de,
görüşürken ölürdük;
ve ölmek,
aşağı yukarı öpmekti.”


24 Şubat 2014 Pazartesi

Ziya'ya n'olmuş?

bu Ziya’ya n'olmuş?
iki gündür katiyen kanat çırpmıyor

yine de ben her seferinde senin güzelliğinden
yani paramparça
yani gözlerinden bahsettiğimde mesela
dünya aniden güzelleşiveriyor
yani dudağının kıvrımlarından da
saçının dalgalarından da bahsetsem
ve gülüşümü bordoya boyayan
tırnak boyalarından
bir bakanın, bir zaman kendine gelemeyeceği bakışlarından
seninle birlikte güzelleşiyor
parmaklarının parmaklarımın arasında kendine yer yatağı yapışından
kızgınlığından
acılarından
ve kaşlarını çatışından
kederli bir derbeder okuyuşundan
hele de cilveli bir göz vuruşundan
bahsetsem,
hızla güzelleşiveriyor dünya

yani bir bütün olarak da
fazlası neyse ama
eksikleriyle de
bir akşamüstü zamansızlığında 
elimde solan nergislerle
bir güz evveli ikindisi unutkanlığında
kursağımdaki heyecanla
yine de sana dokunduğu yerinden güzelleşiveriyor dünya

ve belki dönüşümle,
benzerlikleri değiştirmekle,
daha önce hiç benzemediği bir şeye benzemekle,
Günay'da rakıyı sek içmeye başlamakla
saçlarına dökülen yağmurdan kıskanmaya başlamakla
çok uzak bir yerin, çok uzak bir zaman kadar uzak olmadığını anladığında
özlemeye başlamakla
geçmişi bir kenara bırakıp
onun yerine evveliyatı kullanmakla
karanfillerin yerini papatyaların almasıyla da hatta
zamanın asla yeterince bol olmayacağını anlayıp
uykuyu bırakmakla
seninle gelemediğinde onunla kalmakla
-yani diyorum ki bu Ziya’ya n’olmuş?-
ve belki de 
benzersiz bir şeyi sevip benzemekten utanmakla
diyorum ki,
sana dokunduğu yerinden güzelleşiveriyor dünya

-şubat, 2014. / Bodrum.

6 Şubat 2014 Perşembe

sonrası.

gözlerimi düşürürüm yaklaştıkça gözlerine
gözlerim gözlerine geldikçe korkak
gözlerim gözlerinin içinde
gözlerim gözlerine tutsak
gözlerimi kaybederim yüzünde
ıslak ıslak gülümserim
sonrası malum yaramazlık

2 Şubat 2014 Pazar

Ayraç III: Feride Çiçekoğlu, Uçurtmayı Vurmasınlar.

Bazı kitaplar kalbinizin bütün kapıları açar, bütün odalarına girer, bütün kabuklarını soyar, çırılçıplak, savunmasız, öylece avucuna alır. Sizi tutan parmakların kasılışını beklerken yaşadığınız korkunun yoğunluğunda esen ilk rüzgârda amansızca acırsınız. Uçurtmayı Vurmasınlar öyle…

“Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış. Ama bunu ne anası bilirdi, ne de anası gibiler. Bilseler, “çocuklar şeker de yiyebilsinler” diye gökyüzüne hasret çeken bizler, çayırlara yalnızca kuş kanadında uçmak zorunda kalmazdık belki.” diyor kitabın sunusunda.

Ayraç’ın bu sayısını, Feride Çiçekoğlu’nun hatırlarının arasından, onun içindeki küçük Barış’a ve Barış’ın gözlerinden yüksek duvarlar arasındaki mahpus hayatına, duvarların arasından hayal edilen dışarıdaki hayata ayırdık. Yalnız bu sefer kitabı okurken hiç not alamadım. Çünkü bir kez yazmaya başlasam kitabın bir nüshası daha oluşacaktı. Her parçası aynı duygu yoğunluğunda, düşünsel hacmi çok yükselen, genişleyen ve derinleşen bir kitap Uçurtmayı Vurmasınlar.

Ayraçtaki notlar olmadığından kitaptaki mektuplardan bir ikisini paylaşacağım. Böylece içtenliği de azıcık olsun zedelememiş oluruz. Yazar Feride Çiçekoğlu’nun da dediği gibi: “İçtenlik önemli, çünkü Barış öyledi.”

---

14 Temmuz

Bugün görüş günüydü. Ama kuşlar hiçbir şey getirmediler. Ne babamı, ne de senin mektubunu. Sen bana demez miydin hep, çok istediğin bir şey varsa söyle, kuşlar pazara gidince belki getirirler diye?

Kaç gündür söyleyip duruyorum. Bana görüş günü babamdan ve senden haber getirsinler diye avludaki bütün kuşlara seslendim. Hatta demirlerin arasından bile bağırdım. Bugün başkalarına geldi mektup. Oysa onlar kuşlara söylememişlerdi. Belki de benim sesimi duymamışlardır. Yoksa bana küstüler mi? Hani bir kere taş atmıştım bir kuşa. Küserler sonra demiştin sen. Küstüler mi dersin? Ama bir daha hiç taş atmadım ki!

Babam görüşe gelmeyince annem çok üzüldü. Eskiden hiç aksatmazdı. Şimdi ara sıra gelmiyor. Keşke bugün gelseydi. Annem de çok bekledi. Bu gece yine ağlar annem. Herkes uyuduktan sonra. Ben uyuyormuş gibi yapıyorum. Ama saçlarım ıslanıyor. O zaman anlıyorum annemin ağladığını. Sesimi çıkarmıyorum. Benim anladığımı sezerse daha çok üzülür belki.
Mektuplar görüşten sonra dağıldı. Gülsüm Ana’ya üç mektup birden geldi. Görüşe de torunları gelmişti. Akşam bütün koğuşa çay yapacak. Torunlarını kucağına alabilmek için çok yalvardı gardiyana. Ama olmazmış. Görüşçülerle bizim aramızdaki pencereyi artık kilitliyorlar. Görüşe gelenleri yalnızca tel arkasından görebiliyoruz. Sarılmak yasak.

Çok önceleri ben daha o pencereden sığabilecek kadar küçükken annem beni babamın kucağına vermişti bir kez. Pencereyi kilitlemiyorlardı o zaman. Babam da izin alıp beni dışarı çıkarmıştı. Köşeden simit almıştık. Babamdan ayrılmak istememiştim o zaman. Annem de bir daha babama vermediydi beni.

Gülsüm Ana işte o pencereden almak istedi torunlarını. Ama artık yasakmış. Biz de dışarı çıksak içeri girmek yasak olur mu İnci? Gülsüm Ana’nın torunları ağladılar içeri girmek için. Ben olsam ağlamazdım. İçeride simitçi bile yok.



1 Eylül


Kadınlar konuşurken duydum. Babam da bir kötü kadın yüzünden gelmiyormuş artık görüşe. Benim geldiğimi görünce sustular, ama ben yine de duydum. Annem diyor ki, artık babamı sevmiyormuş.
“Beni sevmeyenin canı cehenneme” dedi kadınlara.
Ama sonra gece yine ağladı. Ben anlamamış gibi yapıyordum, ama bu sefer çok ağladı. Ben de sordum:
“Anne babamın canı cehenneme gitti diye mi ağlıyorsun?”
“Bacak kadar boyunla her işe karışma!” diye azarladı beni.

Eşyalarımı ortada bırakınca kızıyor bana. “Kazık kadar adam oldun, hâlâ kıçını topluyorum!” diye bağırıyor.
Sonra bir şey sorunca böyle tersliyor. Bacak kadar boylu kazık kadar adam nasıl olur İnci?

Annem artık babamı sevmiyor diye çok üzülüyordum. Ama sevmiyorsa neden ağlıyor? Kadınlara “Canı cehenneme,” diyor, ama sizin kızlara söylerken duydum:
“İçim yanıyor,” diyordu.

Annemin eli kolu bağlıymış. Öyle olmasa gösterirmiş o kötü kadına. Sevim karşı çıktı annem böyle söyleyince.
“Belki de kötü değildir senin sandığın gibi,” dedi.

Bir şiir okudu sonra. Uzun süre mahpusta yatanlarla ilgiliymiş. Şöyle dedi bir yerinde:
“Bir de kim bilir, sevdiğin insan seni sevmez olur. Ufak bir iş deme, yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir içerideki adama.”

Sevim diyor ki: Uzun süre mahpusta yatanların çoğunun başına gelebilirmiş bu. Dışarıdaki sevdikleri mahpustakileri unuturmuş bir süre sonra.
Sen de beni unutur musun İnci?



3 Mart

Sobalar artık yanmayacakmış. Havalar daha ısınmadı ama kömür bitmiş. Üst koğuşun sobasını Zahide Ana yakıyordu her gün. Artık soba yanmayacağını öğrenince sevindi. İşi azalıyormuş.

Odun taşırken Nevin’le ben ona yardım ediyorduk. Hani bir kere senle odun taşıyorduk. Benim göğsümde bir şey çalınıyordu da ben korkmuştum. Tencereler tıngırdıyor sanmıştım. Sen de gülmüştün bana. O çalan yüreğimmiş. Şimdi biliyorum artık.

Geçen hafta Nevin’le odun taşıyorduk yine. Sordum ona, “Senin de yüreğin çarpıyor mu?” diye.
Çarpıyormuş. Herkesinki çarparmış. Ama kimininki aydınlık olurmuş, kimininki karanlık. Dışarıdan hangisinin karanlık, hangisi aydınlık olduğu nasıl anlaşılır İnci? Nevin’e sordum:
“Dünyanın en zor işidir onu birbirinden ayırmak,” dedi.

“Dünyanın en zor işi nedir?” diye Zahide Ana’ya sordum.

Islak odunla kağıtsız soba yakmakmış. Nevin’in dediği ıslak odunla soba yakmaktan bile mi daha zor?



30 Mart

Bugün ne oldu biliyor musun? Annemle birlikte hastaneye gittim. Annem babamın kucağına vermişti de, babam bana köşeden simit almıştı ya hani. O zamandan beri ilk çıktım dışarıya.

Dışarısı ne kadar büyükmüş. Dışarısının gökyüzü de kocaman. Annemi üç tane ağabey götürdü hastaneye. Tüfekleri var hepsinin. Annem kaçarsa annemi vururlarmış. Ama annem kaçmadı.
Ağabeylerden biri hastanenin bahçesinde dolaştırdı beni. Sonra ne gördüm bil bakalım! Bir uçurtma!

İlk kez seninle görmüştüm geçen yıl. Ben ne olduğunu bilememiştim de sen demiştin uçurtma diye. Kocamandı senle gördüğümüz. Bizim göğümüzdeydi hem. Bu seferki o kadar büyük değildi. Ama maviydi onun gibi. Ağabeye dedim ki:
“Bak, uçurtma kaçmış!”
“Hani bakayım! Nereden kaçmış?”
“Bizim göğümüzden kaçmış. Ama sakın onu vurma!”

Ağabeyin gözleri doldu ben öyle deyince. Bana simit aldı. Babam gibi.



5 Nisan

Artık benim de bir kuşum var. Hem de sahici bir kuş. Doğru söylüyorum. İstersen Nuran’a sor.


Minik bir kutu bulduk. Pamuk koyduk içine. Zeynep gagasını açıp mama verdi ona birazcık. Ama yutamadı. Ölürse diye çok üzülüyorum. Biraz alışırsa yemek yermiş. Ölmezmiş o zaman. Annesini özlüyormuş çok. Belki de babasını özlüyordur. Babası onu görmeye gelir mi İnci?



25 Nisan

Barış uçtu bugün azıcık. Ama ondan bile daha güzel bir şey oldu. Barış’ın annesi geldi görüşe. Güneş alsın diye avluya çıkarmıştık onu. O sırada üzerimizde büyük bir kuş uçmaya başladı. Tam avlunun üzerinde dönüp durdu.
Nuran dedi ki: Barış’ın annesiymiş.


Hepimizin ortasına konuverdi Barış’ın annesi. Gagasından öptü Minik Barış’ı. Barış da onu öptü. Birbirlerine sarıldılar. Sarılıp dönüp durdular.


Barış çok sevindi. Babasını sordu. Annesi dedi ki, o da gelecek. İşi varmış, gelememiş. Barış’ın babası evlenmemiş yeniden. Annesi kucağına aldı Barış’ı. Kokladı onu.

26 Ocak 2014 Pazar

hatırlanmayan zamanlardan VII / bordo

her sabah sokağın köşesinden önce soluğu dönüyor. en son da saçları... 

---

sanırsın seke seke bir kuş yürüyordu yanımda. ben o günden beri her yere kanat çiziyorum.

---

sonra sen geliyorsun
güzel olan nen varsa
taze bir bal gibi aralıksız
gözlerinden damlıyor
bu yürek bu bedene nasıl sığıyor diyorum.

---

senin burada olmadığın zamanlar fotoğraflarına bakıyorum, yazdıklarını okuyorum. yazdığın elmacık kemiklerinin benim olma ihtimaline seviniyorum. başka bir yerde sarı sakallardan bahsetmişsen kırılıveriyorum.

geçen sizin dükkanın önünden geçtim. Allahım! nasıl da benziyorsun annene. gözlerine bakarken sana bakıyorum hissine kapıldım. olmadığını farkettiğimde dizlerim çözüldü.

senin ardında bıraktıklarınla idare ediyorum aylardır. hele bir ses kaydın olsaymış, bir video kaydın hatta.. mesela her zamanki gibi gülmeyi abartırken bir görüntün, kameraya el sallarken, dönüp omzunun üzerinden göz kırparken. ilk gelişinde yapalım bunu.

---

önce kıpır kıpır, çıplak omuzlarına dokunuyorum. sonra yüzümü avuçlarına alıyor, bordoya bulanan gülüşüme kan kırmızı eşlik ediyor. bir şeyler kımıl kımıl; gözlerimin içinde ve dudaklarının kenarında.

---

sessizlik çok eski zamanlarda yaşadı. ve acılar içinde öldü.. artık onu camında vintage yazan dükkanların vitrinlerinde dâhi bulamıyoruz.

---

insan duyduklarını bildikleriyle tartıyor. bilmediği şeyleri duysa bile..

---

şimdi birinin kalbine dokunmak isteseniz, yerinde bulamayabilirsiniz.

---

birçok güzel şey biterken de yaptığım gibi yazın bittiğini de bir türlü kabul edemiyordum. havalar iyice soğumuştu. iki tane pikeyi üst üste örtmüştüm ve iki tane pikeyle yatak arasında kıvrılıp büzüşmüş, tir tir titriyordum. çıplak yattığımdan değil yani. yüklükteki battaniyeyi çıkarmaya üşendiğimden de değil. esasında sorun, başka bir şehirde üniversite okuyan kardeşimin boş yatağının üzerindeki pikeyi ve yastığı almanın daha kolay gelmesiydi. dediğim gibi üşenmek değildi, daha kolay bir opsiyon olmasıydı sorun. iki pike beni ısıtmaya yetmeyebilirdi. aklıma gelmedi değil. fakat yetebilirdi de. bunu deneyimlemekten başka çarem yoktu. 

bence öğrenmenin en iyi yolu deneyimlemektir. babam bu huyuma uyuz oluyor. "ulan her şeyi deneyerek öğrenmeye kalkarsan ayvayı yersin, ben sana söyleyeyim -ben sana söyliyim (tam olarak böyle diyor) lafı meşhurdur, ortalama altı cümleden ikisinde kullanıyor- sen ne olduğunu anlamadan ömür de bitiverir. güzelce yaşayacak başka hayat da yok" demişti bir sefer.

"nereden biliyorsun?" demiştim.

"neyi?!"

"başka bir hayat olmadığını."

"Fesuphanallah! seninle konuşulmaz zaten" deyip gitmişti. böyle sürekli soru sorarak cevap veren insanlardan çok rahatsız olurum. ağzını burnunu kırasım gelir. babam, sorulardan ziyade umursamaz tavrıma sinirlenmişti o gün. o yüzden de ağzımı burnumu dağıtmadı herhalde. nihayetinde o da biraz oğlunun babasıdır.

nihayetinde iki pikeyle ve çıplak yatarsam üşüyeceğimi de öğrenmiştim işte. kendimi yataktan çıkmaya ikna etmeye çalışırken, yatağın içinde benimle birlikte bir şey daha titredi: telefonum. mesaj: "Hadi oglucum kahvalti hazirladim gel .s .) -Alındı: 04.10.2013 08.17 Gönderen: babane" 

babaannem varolduğuna inanılması güç bir kadındır. çok yönlü bir insandır ve bunu onunla olduğunuz her an hissedersiniz. geleneklere çok bağlıdır ama aynı zamanda sabahın köründe torununa garip karakterlerle süslediği bir kahvaltı mesajı atacak kadar da cep telefonuna hakimdir. liseyi bitirmeyişimi takmayan hatta beni okumamak konusunda yüreklendiren tek insan da o. bir keresinde "ben okumadım. deden de okumamıştı -kendisi okumadıydı diye telaffuz eder- herkes okuyacak diye bir şey yok. öbür türlü evlerimizi kim yapacak, ekmeğimizi kim yapacak. okumasan da ziyan yok. it uğursuz olma. bir meslek edin. benim hakkım sana helal" demişti. babaannem kendisini dünyanın merkezi sanar. fakat bu insanı pek rahatsız etmez. çünkü makul bir kadındır. benim için önemli olanın ondan helallik almak olduğunu sanması da bir nebze tatlı geliyor düşününce.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Unutmayalım diye...

Eve döndüm. İstanbul’daki, dört yıllık üniversite hayatımın ardından Bodrum’daydım. Havalimanında yine kimse karşılamamıştı. Hep böyle olur. Garajda beklerler beni. Yine öyle olmasına, son zamanlarda yaşadıklarımızın doğal olan olarak kabul edilmesine sevindim. Sadece, iki yıl önce Bodrum Havalimanı yeniden inşa edildiğinden beri, uçaktan indiğimde ot kokusu gelmiyor burnuma. Bunun eksikliğini hâlâ daha hissediyorum. Neyin nereye çok yakıştığını, onu yakışığından koparmadan anlayamıyoruz. Ne yazık ki, öyle…

Havalimanından garaja giden yolda gözlerimi hiç kapatmadım. Bizim buranın havasının rengi bile bir başka, diyordum. Güvercinlik’ten geçiyorduk. Dağlara bakıyordum. Babamın çocukluğunda inek, koyun güttüğü dağlardı bunlar, Nazlıkız’ı kaybedince dedemin korkusundan eve dönemediği ve belki komşunun kızına nergis toplayıp da veremediği dağlardı. Son zamanlarda babam hakkında çok düşünmüştüm, onun gençliği hakkında. İşin ilginç yanı, muhtemelen o da benim gençliğim hakkında düşünüyordu. Endişeli miydi? Dışarıdaki gürültünün sesi gitmesin diye telefonu ve kafamı kazağın içine sokup, “Yurttayım babacığım, yemek yiyip ders çalışacağım” derken kızaran yüzümü görmüş müydü? Çünkü ben o gün ve birbirine benzeyen o günlerde hep yüzüm kıpkırmızı geziyordum. Koşmaktan ve biber gazı solumaktan ve “Arkadaşlar sakin!”, “Arkadaşlar ilerliyoruz!” ve “Doktor!” ve “Sedye!” diye bağırmaktan… Peki ya annem? Telefonda söylediğim yalanların kokusunu almış mıydı? O veya birbirinin aynı o günlerden birinde, gürültünün sesi gitmesin diye girdiğim o sokakta annemle konuşurken, sokağa biber gazı atılmıştı. Korkmuştum. Annem kokuyu alacak diye… Astımı var annemin. Biber gazı, malum… Biz, “Sık bakalıııımm, sık bakalııııımm…” diye bağırsak da, annem dayanamazdı. Belki o da bağırırdı, “Ona sıkmayın bana sıkın” diye ama ona da ben dayanamazdım. Ve kız kardeşim… O suç ortağım benim ki bizim ailede anne babaya yalan söylemek en büyük suçtur; bütün sırlarımı sakladı. Cesur kızdır. Aslan parçasıdır. Tıpkı erkek kardeşim gibi… Milenyum çocuğu, bilgisayar başından kalkmıyor ama o gün ya da birbirine benzeyen o günlerden birinde telefonda konuşurken, “Ağabeyciğim, Gezi Parkı’na gitme. Gidersen de çok dikkat et. Bana mesaj at arada. Annemlere söylemem” demişti. Burnumun direği sızlamıştı. Biber gazından değildi bu sefer ama daha çok acıtıyordu. İlk günleriydi direnişin…

28 Mayıs 2013 Gezi Parkı’nda ağaç nöbetinin başladığı ilk gündü. İlk gün belki yüz kişi yoktu direnişçiler. Ben 30 Mayıs gecesi katıldığımda sayımız binleri bulmuştu. Beşiktaş’ın İnönü’deki son lig maçı öncesi çıkan olaylar sırasında tesadüfen Dolmabahçe’den geçiyordum. İlk kez o gün tanışmıştım biber gazıyla. Allah’a soruyordum, neden diye. Her şeyde bir hayır var. O gün sabaha karşı polis ilk kez müdahale etti. Parka biber gazı atıldığında, gazı tanıdığım için soğukkanlı kalabilmem çok işe yaradı. Çünkü çoğunluğu gençlerden oluşan bir gruptuk. Biber gazının adını yalnızca haber bültenlerinde duymuş bir gruptuk. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir gruptan daha çok, çoğunluğu hayatında ilk kez bir eyleme katılıyor olan bir gruptuk. O kadar çok apolitik insan vardı ki… Birçoğu daha sağ-sol ne demek bilmiyordu bile. Tamamen saf hisleriyle, yeşili korumak için oradaydılar. Daha önce kirlenmemiş, saf ve berrak beyinlerle, yüreklerle direnişin ruhunun saflığını simgeliyorlardı. Polisin müdahalesi biraz hafifledikten sonra tekrar toplandık. Ellerimizde kitaplar, kalkanlarının önünde polise orantısız güç uyguluyorduk. İnanılmaz bir hava vardı. Şarkılar, türküler, halaylar… Birçok insan çimlere oturmuş kitap okumaya devam ediyordu. Bu neşe ortamı o gecenin sabahına kadar devam etti.

Ertesi güne, 31 Mayıs sabahına da biber gazıyla uyandık, kahvaltı niyetine. Polis parkı ortadan yarmıştı. Grubun bir kısmı İstiklâl Caddesi’ne, bir kısmı ise Taşkışla tarafına kaçmıştı. Ben Taşkışla tarafına kaçanlarlaydım. Ana akım medya bütün bu olanların hiçbirini göstermiyordu. Bunun yerine penguenleri gösteriyorlardı. Muhtemelen dünyanın bir yerinde penguenler de zulme karşı bizimkinden daha çetin bir direniş içindeydiler. Onları kıskanmıştık. Olan biten her şey sosyal medya üzerinden insanlara aktarılmaya çalışılıyordu. Fakat orada da müthiş bir bilgi kirliliği söz konusuydu. Öğlene doğru İstiklâl Caddesi’ndeki grupla birleştik. Sayımız çok azalmıştı. Polis sürekli biber gazı ve plastik mermi kullanarak, TOMA su sıkarak meydana çıkmamızı engelliyordu. Fakat akşama doğru İstiklâl Caddesi’ne her yönden korkunç bir insan akını başladı. On binler zulme karşı direniyordu. Aynı saatlerde ülkenin birçok şehrinde, İzmir’de, Ankara’da insanlar Gezi’ye destek olmak için meydanlara yürüyordu. Saatler ilerledikçe polis şiddetini arttırdı. Biz de Tünel’e doğru çekilmek zorunda kaldık. O sırada İzmir’deki bir arkadaşım: “Sabahtan beri çıldırıyorum haber okumaktan, mobese izlemekten. İyiyim, de. N’olur” diye yazıyordu. Bir başkası,  “Tünel’de pusu kurmuşlar. Beşiktaş’a gelmeye bak. Uyanığım” yazmıştı. Bir başkası ise bölgedeki doktorları aradığını haber veriyordu: “Tamam merak etme, oraya yakın doktorları aradım. Ulaşamazlarsa haber ver yine. İyi mi arkadaşın? Plastik mermi mi?” Sahiplenilmek güzel şeydi. Sahiplenilmeye ihtiyacımız vardı. Çünkü o günlerde Sayın Başbakanımız, “Benim yüzde ellim…” diye talihsiz bir açıklama yapacaktı. Arkadaşlarımın çoğu oradaydı. Birbirimizden haber almaya çalışıyorduk. Kimisi ara sokaklardaki mekânlara sığınmıştı. Benim yanımda Onur’la Cemre vardı. O geceyle ilgili hatırladıkça güldüğümüz bir anı var. Tünel’e doğru çekiliyorduk. Bir ara arkama baktım. On beş kadar polis ve bir TOMA üzerimize doğru geliyorlardı. Aramızda yüz metreden az kalmıştı. Nasıl olduysa bir anda grubun en önünde kalmıştık. Bir son sürat yaklaşan TOMA’ya baktım bir de çocuklara. Onur hâlâ, “sık bakalım, sık bakalım” diye bağırıyordu. “Onur,” dedim, “Sakın arkana bakma, koş!”

1 Haziran sabahı korkunç bir kalabalıkla, sayımız daha da çoğalarak yeniden İstiklâl Caddesi’ndeydik. Yine biber gazı, tazyikli su… İnsanlar kaçmıyordu. Öndekilerin yerini hemen arkadaki grup alıyordu. Bizim nesil korku nedir bilmez. Çünkü daha önce hiç korkmadık. Bu korkusuz direniş karşısında polis çekilmek zorunda kaldı. Akşamüzeri saat beş civarında meydanı geri almıştık. Tam bir bayram havası vardı. Birbirimizi kucaklıyorduk. Herkes pürneşeydi. Fakat çok geçmeden sevincimiz kursağımızda kaldı. Meydanı ele geçirişimizle amaçsız kalan bazılarımız –ki hâlâ bizden olduklarını düşünmüyorum- etrafa zarar vermeye başladılar. Parktaki bir kulübeyi ateşe verdiler. Çevredeki dükkânları tahrip ettiler. Ana akım medyadan bir yayın kuruluşu da tam bu esnada yayına başladı. Kötü bir tesadüf oldu! Tertemiz bir zafer kazanmıştık. Şimdi bu yapılanlar taşsız, sopasız eylemimize gölge düşürüyordu. Ortalığı boş bulan birkaç siyasi parti de fırsattan istifade bayraklarını meydana dikiverdiler. Tabi, bundan güzel seçim propagandası olamazdı. Onlar da bu fırsatı kaçırmadılar. Oysa bu bir sivil direnişti ve biz bayraksızdık. Rengârenktik. Birimizin a dediğine, öbürümüz b diyordu belki ama bir arada durmayı başarıyorduk. Sayın Başbakanımızın deyişiyle bir avuç çapulcuyduk ama mutluyduk. Bu kenetlenme durumunun en güzel örnekleri, ülkenin en uzlaşılmaz rekabeti olan futboldan geliyordu. Beşiktaş taraftar grubu Çarşı, içerisinde her takımdan taraftarla bir nevi Kuvay-ı Milliye rolü üstlenmişti. Karşıyaka taraftarları ellerinde Göztepe atkılarıyla, Göztepe taraftarları boyunlarında Karşıyaka kaşkolleriyle otobüslere binip İstanbul’a geliyorlardı. Hâlbuki Galatasaray ile Fenerbahçe İzmir’de maç yapsa, maç sonu Karşıyakalılarla Göztepeliler, alakaları olmadığı halde birbirlerini keserlerdi. Bu sefer öyle değildi. Çünkü bu sefer mevzu başkaydı. Bu sefer bambaşka bir şeyler vardı. Ülkenin düşünmüyor denilen çocukları, berrak zekâlarını kaldırımlara, duvarlara yansıtıyorlardı:
            “Sen GTA’da polis döven nesle sataştın!”
            “Zengin direnişçilerin kaliteli maskeleri var kıskanıyoruz.”
            “Biber gazı bir Alex değil ama portakal gazı bir Hagi resmen.”
            “Aşkım gözüm çok yanıyor yaa… :(“
            “Everyday I’m Chapulling!”
            “Recep’i mi kullanıyorsun Tayyip’i mi?”
            “Havada rüzgâr yok, çadırlar kıpırdıyor. Kıskanıyoruz. :(”
            “Bir haftadır Face’te oyun isteği gelmiyor. Tehlikenin farkında mısınız!”
“Gözüne rimel süren değil, limon süren kadın güzeldir.”
            “Ay resmen devrim!”

Ertesi sabah havadaki bütün izleri temizlercesine bir yağmur yağdı. Biz de doğaya kulak verdik. En başından beri düsturumuz buydu. Çok ihmal etmiştik. Bu yüzden biraz da bir nevi gönül almaydı bizimkisi. Erkenden kalkıp Taksim’i temizlemeye başladık. Bir önceki gece ortalığı yakıp yıkanlar güneşin doğuşuyla birlikte ortadan kaybolmuşlardı. Ben İstiklâl Caddesi’ni temizleyen ekipteydim. Yanı başımda beş altı yaşlarında bir kız çocuğu plaj kovasına yüreğiyle molozları dolduruyordu. Ülkede yediden yetmişe bir direniş başlamıştı. Meydanlara gelemeyenler evlerinde tencere, tavayla direnişe destek oluyorlardı. O sıralar kimileri için sokaklar bugüne kadar duyulan en güzel ezgilerle çınlıyordu. Fakat sanatın böyle acımasız bir yanı var; herkes anlayamıyor.

Taksim’de olaylar durulmuştu ama Beşiktaş’ta ve ülkenin dört bir yanında çatışmalar devam ediyordu. Medya hâlâ hiçbir olayı yayınlamıyordu. Gezi’de bir şenlik havası vardı. Ben o sıralar Gezi’nin bu tutumunu vefasızlık olarak niteliyordum. Sanki daha bir gün önce zulme karşı dipdiri ayakta duran insanlar bunlar değillerdi. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Ancak bize sükûnet lazımdı. Direnmek için nüfusun ne kadar önemli olduğunu hepimiz görmüştük. Direniş için nüfus önemliydi fakat çözüm için düşünmek gerekiyordu.

2 Haziran günü Beşiktaş’taki büyük çatışmaların son günüydü. Ben Dolmabahçe’deydim. İnanılmaz bir mücadele veriliyordu. Dolmabahçe Camii revir haline getirilmişti. İnsanlar camiye, imamına, müezzinine, cemaatine güvendiler. O gece birçok insan o cami sayesinde kurtuldu. O gece Dolmabahçe Camii direnişin simgelerinden biri haline geldi. Fakat ertesi gün direnişçiler hakkında Sayın Başbakanımız dâhil olmak üzere birçok insan tarafından karalama kampanyası başlatıldı. İnsanların camiye ayakkabıyla girdikleri, içeride bira içtikleri konuşuluyordu. Peki, mevzu sahiden bu muydu? Konuşmamız gereken, tartışmamız gereken bu muydu sahiden? Orada insanlar canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bir kesim bütün bunları görmezden geldi, dini değerler diye tutturdu. Eğer mesele dini değerlerse, orada hayat kurtaran da o dinin merhameti, vicdanıydı. Oradaki insanlar uzun zamandır ilk defa Müslümanlığın sıcaklığını hissettiler. Ben bir köşede naçizane Sayın Başbakanımızla konuşuyordum. Peki, siz ne yaptınız? Caminin imamıyla, müezziniyle, ayakkabıyla, bira şişesiyle uğraştınız. Ben oradaydım Sayın Başbakanım. Kimsenin hayat kurtarmaktan başka bir derdi yoktu. Kimsenin elinde bira şişesi yoktu. Camiye ayakkabıyla girdiler, evet. Ama can havliyle yaptılar bunu. İslamiyet’te, namazı bozmanın meşru olduğu durumlar arasında hayat kurtarmayı da sayıyor. Bunu söyleyen İslamiyet aynı zamanda, kıyamet kopuyor olsa bile elinde bir fidan varsa, onu dik, diyor. Unutmuş olabilirsiniz diye söylüyorum. İnsanız, hepimizi unutuyoruz.

Gezi Parkı’na yeniden yerleştikten sonra çok hızlı bir şekilde revirler ve Sivil İnisiyatif adı verilen yiyecek, kıyafet, battaniye vs. depolama ve dağıtım alanları kuruldu. İnsanlar ellerinde ne varsa buraya taşıyorlardı. Birçok gönüllü direnişçi parkın içini karış karış gezip ellerindeki su ve yiyecekleri dağıtıyorlardı. İnsanlar belki daha aç birileri vardır diye ikram edilenleri reddediyorlardı. O sırada arkadaşlarım da şöyle yazıyordu: “İyi misiniz? Ne lazım, getireyim hemen. Evim yakın. Yiyecek, su, battaniye, ilaç Allah ne verdiyse…” “Uyuyabildiniz mi? Nasılsın? Arkadaşların nasıl? Kahvaltıya bize gelin isterseniz. Hem karnınızı doyurursunuz, hem biraz uyursunuz.” İnanılmaz bir ruh vardı, hem Gezi’de hem kalbi Gezi’yle birlikte atanların olduğu her yerde. Bu kadar çok iyi insan bir arada… İki hafta önce söyleseler inanmazdık. Ama zaten bu durumun en inanılmaz tarafı; aslında gerçek olmasıydı. İlk günden beri elinden kitap düşmeyen bu topluluk için sağdan soldan getirdiğimiz taşlarla bir kütüphane inşa etmiştik. Biz polise taş atan değil, o taşlarla kütüphane yapan bir nesildik. Günlerce insanlar o kütüphanenin etrafında sabahladılar. Bu esnada Sayın Başbakanımız bizim çapulcu değil, terörist olduğumuz konusunda fikir değiştirmeye başlamıştı. Her açıklamasından sonra gerilim daha da artıyordu. Ben yine bir köşede kendimce Sayın Başbakanımızla konuşuyordum. Gerçekten, orada birçoğumuz ağzınızdan çıkacak bir merhamet cümlesi bekledik. Bunu bize çok gördünüz. Hâlbuki biz azıcık sağduyu bekliyorduk. Demokrasinin en büyük özelliği ve eksiğiydi, çoğunluğun egemenliğinin olması. Her yerde böyleydi. Uzundur bizi temsil eden kimse olmamıştı. Ülkede iki tip insan vardı; bir iktidarın temsil ettiği topluluk, bir de temsil edilemeyen azınlık. Siz azınlığı da mağdur etmeyerek demokrasinin bu eksiğini giderebilirdiniz. Bizim tek derdimiz, milletin gücünü tanımanızdı. Bize saygı duymanızdı. Sayın Başbakanım… Ne bize saygı duydunuz, ne de canları yiten ailelerin, kardeşlerin çığlıklarını… Oysa bir keresinde kürsüde bir mektup okurken ağlamıştınız. Çok olmadı… Ama unuttunuz herhalde… Olabilir. İnsanız, hepimiz unutuyoruz.

Gezi’de hüküm süren bayram havasıyla ve bazı yöneticilerin yumuşayan açıklamalarıyla geçti günler. Ve 9 Haziran’a geldik. İstanbul Valisi’nin tam da müdahale olmayacak dediği gecenin sabahın kahvaltıda yeniden biber gazı vardı. Bir anda ortalık birbirine girmişti. Polisler meydanı yeniden ele geçirmişti. Bu sırada o kötü niyetli insanlar yeniden ortaya çıkıp polise taş ve Molotof atmaya başladılar. Şiddet bu parkta olacak en son şeydi. Çünkü bilmiyorduk. Birçoğumuz anne babamızdan bir tokat bile yememiştik. Bizim için şiddet, direnişten önce sadece televizyonlarda olan bir şeydi. Gerçek hayatta böyle bir şey söz konusu bile değildi. Fakat bir nesil provokatör kelimesini öğrenerek yetişiyordu. Onlara laf anlatmak mümkün değildi. Baştan ayağa nefret doluydular. İyiliğin de böyle bir zaafı var; iyiye de iyi davranıyor, kötüye de… Biraz da bu yüzden sesimiz onlarınkinin yanında cılız kaldı. Hatta tepki gördük, tartaklandık, sindirildik. Eylemin ruhuna yakışmamakla itham edildik. Polisin müdahalesi sabaha kadar kısa fasılalarla devam etti. Özellikle psikolojik olarak yıpratmaya çalıyorlardı. Revirlere, Sivil İnisiyatif’e, her iki tarafın da kutsal saydığı mescitlere gaz bombaları atılıyordu. Direndik. Azaldık ama Gezi’de kaldık. Sonraki günler de müdahaleler devam etti. Yılmadık, birbirimizi motive ettik, inancımızı koruduk. Tam bu sırada yurt içinde ve yurt dışında bize destek amaçlı gösteriler düzenlenmeye başlandı. Haksızlığın olduğu her yerde Türkiye sesi yükseliyordu. Olayların başından beri konuşulanın aksine ülkenin imajının zedelendiği falan yoktu. Aksine Türkiye, başkaldırının, özgürlüğün simgesi olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nda kazandığımız karakteri yeniden ortaya koymuştuk. Bir yandan da ulusal ve uluslararası olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne davalar açılmaya başlandı. Yabancı medya bizim ana akım medyamızın yapamadığını yaptı. Günlerce dış basının ana gündem maddesi olarak kaldık. Dünyaca ünlü sanatçılar, sporcular bize destek için ayaklandılar. Tüm bunların üst üste gelişiyle Birleşmiş Milletler, acil görüşme toplantısı yapma kararı aldı. Avrupa Birliği, Türkiye’yle müzakereleri dondurduğunu açıkladı. Sayın Başbakanımız baktı dünyayı karşısına alıyor, bir lütufta bulunurcasına, bir nevi alın parkınızı, sizin olsun, demek zorunda kaldı.

İlk günü düşünüyordum. Harbiye’den Gezi Parkı’na doğru giden yolu adımlarken erkek kardeşimle konuşuyordum. “Annemlere söylemem” demişti. Bu aklıma gelince burnumun direği sızladı yine. Bu sefer biber gazından değildi. Biber gazı yoktu artık. “Aslanım!” dedim. Sımsıkı sarıldım. En önden o koşmuştu. Garajdaydık. Bizimkiler tam takım, dayımın çocukları da gelmişlerdi. Önce çocukları öptüm. Sonra kız kardeşimi kucaklayıp havada iki kez döndürdüm. Ağlayan annemin gözlerini sildim. En son babamın elini öptüm. Hiçbir şey düşünmeden sarıldık.

Eve vardığımızda herkes bizi bekliyordu. Anneannem, dayımlar ve biz küçük bir arsanın içinde dip dibe oturuyoruz. Herkesle kucaklaştım. Mezuniyetimi tebrik ettiler. Darısı bizimkilerin başına, inşallah sana çekerler, dediler. Teşekkür ettim. Kimse direnişten bahsetmiyordu. Sanki haberleri yoktu. Babam bir iki kere soracak oldu, sınavlarım vardı, ilgilenemedim, dedim.

Ertesi akşam babamın yakın dostu Sinan Ağabey’ime yemeğe gittim. Taliha Abla direniş esnasında: “Sizinle gurur duyuyoruz. Tüm kalbimizle destekliyoruz. Bodrum’a dönünce de kimseye söz verme, bizdesin.” diye yazmıştı. Sinan Ağabey bir önceki direnişçi kuşağın temsilcilerindendi. Daha içeri girmeden sımsıkı sarıldı bana. Saçlarımı kokladı. Bütün direniş boyunca hem Sinan Ağabey hem eşi Taliha Abla inanılmaz destek oldular. Sürekli arayıp sordular. İnternette, Gezi’de okunan kitaplardan alıntılar paylaştığımız bir proje gerçekleştirmiştik. Oradaki iletilerin altına yorumlar yazdılar, gurur duyduklarını söylediler, ailem olarak. Hakikaten ailemdiler. O yüzden her şeyden çok, kapıdaki sarılışlarından bahsetmek isterim. Çevremizdeki insanların bizi sahiplenişi olmasaydı, muhtemelen direncimiz çok daha çabuk kırılırdı. Birçok arkadaşım günde en az üç dört kez –olaylar kızışınca daha sık- arayıp, mesaj atıp iyi olup olmadığımı sordular. Şöyle diyorlardı: “İyi misin? Arada yaz, nasıl olduğunu. Dikkat et, lütfen. Bir şey olursa bize gel. Uyumuyoruz, uyanığız.”

O gece hem yemekte, hem yemekten sonra bütün direnişi anlattım. Beni dinlerken gözleri ışıldıyordu. Onların gözlerindeki parıltıyı gördüğümde anladım, ne kadar önemli bir şey başardığımızı. Biz bir olmayı başarmıştık. Direnişi dirilişe dönüştürmüştük ve devrimcisi, ülkücüsü, imamı, müezzini, eşcinseli herkesi buna boca etmiştik. Biz bir umuttuk. Ülkenin her hanesine güneş gibi doğmuştuk. Yüzde ellinin değil, tüm ülkenin değil, tüm dünyanın umuduyduk. Sadece bir kısım henüz bunun farkında değildi. Çünkü uzun zamandır haksızlığa uğramıyorlardı. Uzun zamandır özgürlükleri gasp edilmiyor, zulüm görmüyorlardı. Hâlbuki onlarda bir zamanlar büyük acılar çekmişlerdi. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Biz bir kişinin, bir topluluğun değil, bir düşüncenin, eylemin karşısındaydık. Çünkü insanlar değişiyor ama zulüm aynı kalıyordu. İleride bir gün onlar da zulme uğradığında, bu sefer onlar için zapt edecektik meydanları. Belki başlarda bu samimiyetimizi anlatamadık insanlara, inandıramadık. Normaldi. Uzun zamandır samimiyeti de unutmuştuk. Olabilirdi. İnsandık,  unutuyorduk.

Sinan Ağabey’le Taliha Abla bütün anlattıklarımı heyecanla dinlediler. Zaman zaman o günlerde aklımıza gelmeyen detayları bulup, kendimizi de eleştirdik. Saat sabaha doğru koşuyordu. Bir ara direnişin sahiplenilmesinden bahsederken, Taliha Abla gidip defterini getirdi. Direniş esnasında yazdığım mesajlardan birini defterine geçirmiş. “Çok etkilenmiştik. Oradaki ruhu tümüyle hissettiğimiz anlardan biriydi” dedi, mesajı okudu:
“Canım Ablam, iyiyim. Bir kırk saattir uykusuzum onun yorgunluğu var biraz. Daha uzun süredir uyumayanlar da var. Bir de çok biber gazı soluduk, biraz da ondan güçsüz düştük sanırım. Sadece iyi olup olmadığımı sormanız bile moral veriyor. Şu anki durumda yardım isteyecek kimsemiz yok. Çünkü zaten onlarla mücadele ediyoruz. Arkadaşlarımızın desteği, burada olamayanların bizi sahiplenmesi, ne yapmaya çalıştığımızı doğru anlaması çok önemli. İnsanlara doğru anlatılmıyor. Haber alma olanaklarımız sınırlı. İnternet gidip geliyor. Her duyduğunuza da inanmayın. Sosyal medyada direnişin kendi sayfası var. Oradaki bilgi daha güvenilir. Desteğiniz için, eyvallah. Çocukları benim için öpün, çocuklar önemli.”

Taliha Abla okumayı bitirdiğinde hep beraber gülümsedik. Sinan Ağabey dilinin altından bir bakla çıkarıyormuşçasına sordu:
“E oğlum anlatmayacak mısın babana? Sen, söylemeyin endişelenmesinler, dedin diye, tek kelime etmedik biz. Söyle de onlar da gurur duysunlar çocuklarıyla. Tamam, biraz sağ görüşe yakınlar ama baban benim tanıdığım en aklıselim insanlardan biridir. Hem o da üniversitede seksen dönemine denk geldi.”
“Yok, mesele ideoloji meselesi değil. Biz bunun mücadelesini verdik zaten. Sadece, eğer söylersem artık her olayda orada olduğumu düşünüp endişelenecekler. Gerek yok, bilmesinler.”
“Ya oğlum, o anlamıştır zaten, biliyordur. Babalar çocuklarını sizin düşündüğünüzden daha iyi tanıyorlar.”
“Olsun, en azından ben söylemesem hiçbir zaman emin olamaz. Bu da onun avuntusu olur.”

Saat sabahın üçüydü. Müsaade isteyip kalktım. Çıkmadan çocukların odasına uğradım. Çoktan uyumuşlardı. Sessizce öptüm ikisini de. Çocukları sevmek lazımdı. Çocuklar önemliydi.

Eve geldiğimde sabah ezanı yeni okunuyordu. Saba makamı, başka bir ifadeyle derbeder makamı… Babam abdest almış namaza hazırlanıyordu. Beni görünce gülümsedi. “Günaydın Oğluş!” dedi, öptü. “Hadi bana müezzinlik yap da, birlikte kılalım sabah namazını. Gurur duyardım. Çünkü benim tanıdığım imamla müezzin birer kahramandı. 

Namazdan sonra bahçeye çıktık. Babam kızaran domateslerden birini koparıp bana uzattı. “Bu senekiler başka lezzetli” diyordu. Ben o sırada damla sulamayı açıyordum. Güneş doğmadan bir yarım saat bile olsa, sulansalar iyiydi. Ayaklarımız ıslak toprağa basarak sohbet ettik. Babam uzun zamandır gözünden rahatsız. Retinasındaki ödem artmış. “Son zamanlarda iyice okuyamaz oldum” dedi. Çocuklardan bahsetti biraz. Ufaklıktan yakındı. Sonra bir sessizlik oldu. Cırcır böceklerini dinliyordum ki babam:
“Ne konuştunuz Sinan’la bu saate kadar?”
“Arya Suat bu sene lise sınavına girecek. Kendimizce bir gelecek planlaması yaptık. Arya’nın kendi seçimlerini kendi yapacağını söyledim…” derken babam girdi araya:
“Sen de öyle yaptın değil mi?” Gülümsemiyordu. Hiddet de yoktu sesinde. Saf merakla soruyordu babam.
Ben de anlatmaya başladım.

Direniş’teki ilk gecemdi. Intercontinental Hotel’in parka bakan cephesinde çimlerde oturuyorduk. Kalabalıktık. On bir kişi falandık. Sürekli birileri gidip başka birileri katılıyordu. Herkes herkesin arkadaşıydı. Bir tek ben kimsenin arkadaşı değildim. Grubun en az konuşanı Damla, seninle birlikte oturabilir miyim, deyip yanıma çökmüştü. Ben kitap okuyordum. Damla’dan bir beş dakika sonra Yağmur geldi, Damla’nın ablası. Sonra Aykut, sonra Ayşegül, sonra diğerleri… Mehmet diye bir çocuk vardı. Sokakta görsen keş diyeceğin tiplerdendi. Galata’da barmenlik yapıyordu. Yağmur, Mehmet’in yeşil tişörtünü çok beğenmişti. Mehmet de buna çok sevinmişti. Birkaç saat sonra olacaklardan habersiz, gülüp eğleniyorduk. Hepimiz neşeliydik. Mehmet çok konuşuyordu. O gün bara gelen, hayatında gördüğü en uyuz adamı anlatıyordu. Adam kalkarken koltuğa parasını düşürmüştü. Parayı görür görmez alıp sokağa fırlamıştı Mehmet, adama yetiştirmişti. Niye yaptım ki, diyordu gülerek. İyi insanlara has bir gülüşle anlatıyordu. Mehmet çok iyi adamdı. Zaten sabaha karşı çişi geldiğinde, Yağmur’un gidip bir köşeye yapması teklifini de reddetmişti. Otlar solar kızım, diyordu. Mehmet çok naif adamdı. O gece oradaki bir dolu şahane adamdan biriydi.

Dolmabahçe’deydim. En büyük çatışmaların olduğu gün… Barikatın içine biber gazı düşmüştü. Ben o sırada barikatı ilerletebilelim diye önündeki demir yığınlarını kenara itmeye çalışıyordum. Ayağımın kırk santim yanına isabet etti gaz bombası. Gözlerim kapalı, bilinçsizce, öğürerek geriye doğru koşuyordum. Gaz bulutunun içine… Barikat iki gaz bulutunun arasında ve içinde kalmıştı. Gözlerim kapalı koşarken çamurun içine yuvarlandım. Biri beni kaldırıp kenara doğru çekti. Gözlerime, ağzıma Talcid’li su sıkıyordu, “Gargara yap, gargara” diyordu. Biber gazının etkisi otuz saniyedir. Sonra daha rahat nefes almaya başlarsın. O otuz saniye otuz dakika gibi gelir orası ayrı. Biraz gözlerimi aralayabildiğimde Beşiktaş atkılı bir adam bana gülümsüyordu. “İyi misin,” dedi, “Biraz dinlen burada.” Sonra koşarak uzaklaştı. O gece kim bilir kaç kişiye daha yardım edecekti.

Aynur Öğretmen vardı. Ağaçların diplerine kitaplar bırakıyordu. Çocuklar okusun diye. Çocuklar seviyor diye. Bu çocuklar okumaktan başka bir şey bilmiyor gibiler diye. Sonra o kitapları topladık, yenilerini ekledik. Bir kütüphane kurduk. İnsanlar günlerce o kitapların başında sabahladılar. Bir keresinde biraz uzakta durmuş kütüphaneyi, ağaçların altında kitap okuyan insanları seyrediyorduk, Aynur Öğretmen şöyle demişti: “İyi ki sizi eğitememişiz…”

Dolmabahçe’deyiz bir gece. Başka bir gece İstiklâl Caddesi’ndeyiz. Ortalık toz duman. Başak var, Ezgi var. Ellerinde Talcid’li su, peçete, limon, astım ilacı var. Kalpleri kocaman. Nerede gözü yaşlı biri var, onlar oradalar. Kanatları var sanki. Çünkü aynı anda bu kadar çok insana yardım etmelerinin başka açıklaması olamaz. Hepimiz ağlıyoruz. Hepimizin yüzleri, gözleri kıpkırmızı… Burnumuz akıyor, hem de ne akmak, sinüzit falan kalmamış. Başak’la Ezgi hâlâ koşuşturuyorlar, hiç uyumamışlar. Bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı. Ağlamamanın imkânı yok, çünkü herkes bir diğerini kucaklıyor. Sabaha doğru kanatları iyice belirginleşiyor Başak’la Ezgi’nin. Gün doğarken başlarının üzerinde haleleri de var, gündüz gözüyle bile görülüyor.

Bir başka gece Gezi’deyiz. Başak var yalnız. Gökyüzü bulutlu. Serin. Sabaha karşı yağmur yağacak. Hava, hava gibi kokuyor, başka bir şey gibi değil. Uzaklardan bir piyano sesi geliyor. İnsanlar gülüşüyor. “Anne benim çadırım dağınık değil ki,” diyor biri, “Onun kendi içinde bir düzeni var.” İnsanlar yine gülüşüyorlar. Bizim çadırımız yok. Battaniyelerimiz var yalnız. Özgür Ağabey getirmiş. Ona da Özgür demiyor kimse, Muhtar diyorlar. Muhtar tam bir modern Robin Hood. Zenginden alıp fakire veriyor. Muhtarın başka çadırlardan alıp bize getirdiği battaniyelerimize sarılmış, çimlerin üzerinde uzanıyoruz. Başımızın altında Başak’ın çantası… İçinde üç şişe Talcid’li su var. Başak evde hazırlayıp getirmiş. Onların üzerinde uyuyoruz. Sabaha karşı bir gürültü; Muhtar, Robin Hood’luk yaparken yakalanmış. Başak’la birbirimize bakıp gülüyoruz. Sonra battaniyeleri bırakıp kaçıyoruz.

Gezi’nin sakin sabahlarından biriydi. Güneş Üsküdar’dan pırıl pırıl yükseliyordu. Gece çimlerde oturduğumu gören Cem ile Didem beni çadırlarında misafir etmişlerdi. Sabaha kadar bütün bu yaptıklarımızı konuşmuştuk ve bir adım sonrasını… O gün finalim vardı. Cem’le Didem’i uyandırmadan sessizce çıktım çadırdan. Sivil İnisiyatif’e doğru yürüdüm. Niyetim bir şeyler atıştırmaktı. Otuzlu yaşlarında bir abla vardı standın başında. “Günaydın abla,” dedim, “İyi misiniz? Uykusuz gibisiniz.”
“Günaydın. Yok, ben yeni aldım nöbeti de sen uyumamışsın galiba, gözlerin kıpkırmızı.”
Uyumuştum, yarım saat. “Hepimiz yoruluyoruz ama değecek” dedi abla. Bana cesaret vererek. “Okula mı?”
“Evet, sınavım var dokuzda.” Sınava gideceğimi öğrenen abla kaşlarını çattı. “Olmaz böyle,” dedi, “Adam gibi ye bir şeyler.” Ardından da tepeleme dolu bir tabak hazırladı bana. O gün sınavda bütün soruları yaptım. Birazını kendim çoğunu o abla için. Çünkü birbiri için yaşamayı seven insanlardık biz. Birbiri için bir şey yapmaktan mutlu olan insanlardık. Biz ne güzel insanlardık…

Bir akşam yine çimlerde oturuyoruz. Kalabalığız yine. Edebiyat konuşuyoruz. Musa günümüz kadın yazarlarından birini fena eleştiriyor. Anıl da tam zıttı görüşte. Sürekli itiraz ediyor. Yazarın kullandığı anlatım tekniklerinden tut, yazdığı konulara kadar hiçbir noktada anlaşamıyorlar. Neredeyse boğaz boğaza girecekler. O sırada Dayanışma’dan bir ağabey geldi: “Çocuklar hadi bir zincir yapalım, sular taşınacak” dedi. “Kalabalığız, zincire gerek yok, biz hallederiz” dedik. Suları taşıyoruz. Musa, Anıl’a: “Kardeşim sen şu tekliyi al, kalanını ben alırım belin ağrımasın” dedi. Anıl güldü. Biz de güldük. Sonra suları taşıdık.

Ben anlattıkça babamın yüzü ışıldıyordu. Gülümsemesi yüzünde parlıyor, dudaklarından gözlerine yansıyordu. Ben de anlatmaya devam ettim. Sokak aralarında, revirde gece gündüz uyumayan doktorları, hemşireleri, tıp öğrencilerini anlattım. Parası olmayanlara yemek yetmez diye, yemek için çevredeki lokantalara giden Mert’i anlattım. Koluma kan grubumu yazan kızın kucaklayan gülüşünü, onlarca insanın hayatını kurtaran kahraman imam ve müezzini anlattım. Bütün direniş boyunca her an yanımda olan, sesleriyle, mesajlarıyla bana ailemmiş gibi hissettiren insanlardan; Fatma’dan, Sinem’den, Ayral’dan, Gül’den, Deniz’den, Atmaca’dan, kuzenlerimden, Onur’dan, Cemre’den, Murat’tan, Fikriye’den, Cansu’dan, Tamara’dan, Burak’tan, Aslı’dan, Metin Ağabey’den bahsettim.

Bu insanları anlattım, çünkü muhtemelen hiçbir tarih kitabı bu insanlardan bahsetmeyecekti. Aileleri nasıl kahraman çocuklar yetiştirdiklerini bilmeyeceklerdi. Bu insanları anlattım, çünkü ben bitirdiğimde babam şöyle dedi:
“Çok insan uzun zamandır bunu bekliyordu. Şükürler olsun. İnşallah emeğiniz karşılığını bulur, bu yaptıklarınız unutulmaz.”

Ben de en başından beri bundan bahsediyordum. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Fakat unutmamalıyız. Yaptıklarımızdan çok, bir zamanlar bir olabildiğimizi, bunu bir kez başarabildiğimizi unutmazsak yeniden yapabiliriz. Yeniden inanabiliriz.
-unutmayalımdiye. / Gezi Parkı, 16haziran2013.

-Kültür Mafyası Dergisi Temmuz-Ağustos 2013 Gezi Direnişi Özel Sayısı'nda yayımlanmıştır.