23 Kasım 2012 Cuma

Bodrum kışı / Günışığı II


meğer Bodrum sen benimle değilken oluk oluk anlam kaybediyormuş..
bir yalana aşık olmak; soğuk gibi yakıyor tenimi
gök yarılmış gibi yağan yağmurlarla akıp mazgallara düşüyorum
mazgallar yanılgılarım gibi, parmaklıklı, tutsak ve ıslak..
ve benim Bodrum'un kışını da sevenlerden olmamın hiç bir anlamı yok
hastalıklı duygularım yanaklarımda kuruyor
her şey hastalığa dönüşene kadar sıcakken
ben tir tir titriyorum 
sevincimi yorganıma göre uzatmadığımdan
gülümsemem üşüyor

pazarlar da aralıklar gibi hüzünlü
ocaklar bir yabancı gibi dolaşır yağmur ertesi
sen daha bir yabancısın en sevdiğim şarkıya
pazartesi sabahları ocağın esrarengizliğini geçirmiş kafasına
ben ahmak ıslatan bir ocak pazarındayım
çekilmişim battaniyemin altına
umutlarımı yorganıma yetiştirme egzersizi yapıyorum
sen bir pazar ikindisi çıkıp gitmiştin ya
pazarlar pazartesi korkusuyla kayboluyor öğle vakti
sensiz uyanacağım pazartesiler yitiyor ajandamın sayfalarında
meğer Bodrum sen bir pazar ikindisi gittiğinden beri
eksik yaşıyormuş pazartesileri

ben Bodrum kışında çaresiz bir ürpertiyim
sesi kesilmiş pazar ikindisi dolaşıyor tüylerinin arasında
tanıdık gelmesin istiyorum, hiç anlama
istesemde unutamıyorum en sevdiğin yemeği
sevdiğin mağazalara uğruyorum yolum düşmese de
kazak alıyorum Bodrum kışı için
peki neden en sevdiğin renkte?
köşe başlarına kurulmuş her dükkan senin sanki
keşke unutabilsem adını, adresini, sesini
ben Bodrum kışını yaşıyorum, elimin gölgesi eline düşmeden
ve Bodrum elin elimde değilken yorulmuş sapır sapır yaprak dökmekten
                                                                   bodrum, ocak 2011 / günışığı.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Zeytinyağı


Birazdan Güz gelecekmiş gibi bir Ağustos akşamıydı. Bazen olur böyle bizim orada; insanı nefessiz bırakan gündüz sıcağının ardından, güneşin alçalmaya başlamasıyla birlikte hafif bir lodos esmeye başlar denizden. Hatta akşam yemeklerinden sonra verandada yada bahçede, ful kokuları arasında, şöyle ağız tadıyla üşüye üşüye içilir Türk kahvesi. Bizim oranın en güzel mevsimidir Güz. Sadece iki ay sürer ve geri kalan on ay özlenir. Güzün tatlı fragmanlarından biri oynuyordu o gün, baş rolde de lodos. Öyle güzel bir güne ancak o hava yakışırdı, bunun için de Mikail’e ne kadar teşekkür etsem az.

Denizden döndükten sonraki ilk günlerim. Henüz evin uyku saatine alışamadığımdan, annem babam şaşkınlar, çünkü kapıyı aralayıp ne zaman içeri baksalar oğullarını yatağının önündeki uzun sehpaya eğilmiş, kitap kulelerinin ve kağıtların arasında ya yazarken ya okurken yada bilgisayarında film izlerken buluyorlar. O gece de, uykuyu en çok özleyen insan olarak oradayım fakat henüz zamanı gelmediğinden gözlerimi karanlığa teslim etmiyorum. 

Liseden beri gittiğimiz meyhanedeyiz. Söyleyeceğimiz mezeleri, tereyağında karidesin sipariş zamanını ve kremasız olacağını bilen çekirdek tayfanın yanında, hayatımın en önemli zamanlarını paylaştığım diğer insanlarla birlikte dönüşümün şerefine güzelleşiyoruz. Kimisinin erken kalkması gerektiğini bildiğimden herkes sofradayken birkaç şey söylemem gerek, önceden çalıştım. Boğazımı temizliyorum ve herkesin sustuğu bir anda gözlerinin içi gülen bu insanların varoluşuna şükrederek konuşmaya başlıyorum: “Her şeyden önce, başta siz sevgili dostlarım olmak üzere, hayatımın geri kalan yirmi bir senesinde tüm güzel anlarımda yanımda olan, gülümsememi paylaşan bütün değerli insanlara samimiyetlerini esirgemedikleri için teşekkür ederim. Bugün de bu meyhanenin hafızasındaki diğer geceler gibi güzel. Zaten bu masada şu zeytinyağının olduğu her gece güzeldi..” Gülüyorlar. “Oğlum duygusal konuşacaksan ben bir dolanıp geleyim, dördüncüyü kaldırdım, dokunur bana” diyor Ayral –ikimizin adı aynı olduğu için soyadımızla hitap ediliyor genelde- gülüyoruz, ben devam ediyorum. “Bu güzel geceyi de izninizle birkaç şeye adayayım da eksik kalmasın, bu sofranın adetidir, bilenler bilmeyenlere anlatsın.” Homurtular yükseliyor, tabi tatlı gülümsemeler eşliğinde. Çoğu meyhane yerine gece kulüplerini tercih ediyorlar, bu gece benim hatırıma buradalar. “Bu geceyi, birbirine samimiyet ve sohbetle bağlı, dostluğun kıymetini bilen insanlara, çocukluk kahramanlarım Monte Cristo Kontu ve  Fatih’in Fedaisi Kara Murat’a, bu şehri en az benim kadar seven Halikarnas Balıkçısı’na, sesiyle her şarkıda canımıza okuyan Sezen Aksu’ya ve hayatı öğrendiğimiz, hâla daha öğrenmekte olduğumuz Bodrum sokaklarına adıyorum. Ha bir de zeytinyağına..”

Herkes koyu bir sohbette. Ben de o gece belki de dördüncü kez, altı ay boyunca gezdiğim yerleri anlatıyorum. Kimisi ikinci kez dinliyor, hatta sözlerimi bile tamamlıyorlar. Çok uzundur birbirini görmeyenler iştahla sohbet ediyorlar. Masanın bir ucunda bir türlü uzlaşamadığımız inanç konusu konuşuluyor, her zamanki gibi. Onların sohbetini duyunca gülümsüyorum. Sessizce kalabalığın arasından kuytuya kayıyorum. Mekanın şefi Cemal Ağabey’e –biz Jimmy diyoruz- masaya meyve tabağı istediğimizi söylüyorum, o alçakgönüllü gülümsemesiyle “Hemen ağabeycim” diyor, ‘hemen’in m’sini çiftleyerek. Geri döndüğümden beri bir an olsun içimden gitmeyen sıkıntıyla pencereden dışarı bakıyorum, rüzgar yerdeki tozları savuruyor. Üşümek istiyorum, sessizce kapıdan dışarı kıvrılıyorum. Ahmet’in zippo çakmağının hala elimde olduğunu fark ediyorum. Elimde yakıp duruyordum. “Gazını bitireceksin oğlum yakıp durma” demişti. Ben çakmağı masaya bırakınca da altı aydır görmediği kardeşinin sağ salim yeniden o masada olduğunu fark edip çakmağı tekrar elime tutuşturmuştu, “Al lan, yak istediğin kadar.” Çakmağı geri bırakmaya üşenip cebime atıyorum. Lodosun gömleğimin düğmelerinin arasındaki boşluktan tenime dokunuşu tatlı bir ürpertiye neden oluyor. Bu ürpertiyi tanıyorum, tanıdığım an sıkıntımın yoğunlaşmasıyla boğuluyorum. Beyaz bir duvara yaslamıştı sırtını, dudaklarımı dudaklarının arasında sımsıkı tutuyordu, üşümeyeyim diye. Ne cesur, ne delikanlı kızdı. İzmir güzellerinin karakteristiğinden işte, belki de ikizler oluşundandır. Zangır zangır titremiştik o duvarın arkasında. Yine de bir an esmemişti rüzgar, o an çok güzeldi. Öyle ya, nereden tanıdık bu lodos diyordum, hatırladım işte. Boynuna doladığı bordo kaşkolü de hatırladım, rüzgarın arasında eksilen kokusunu da. Sanırım O’nu hep o son gördüğüm haliyle hatırlayacağım. Ben denizin karanlığında yükselen İstanköy siluetinde bu düşüncelere dalmışken, kulağımda seri bir topuk tıkırtısı çınladı. Topuk sesleri yaklaştı, tok bir kadın sesine dönüştü: “Pardon ateşiniz var mı?” Yüzümü çevirip kadının esmer, çıkık elmacık kemikli, ince hatlı yüzüne baktım. “Sonunda bir işe yaradın be Ahmet” dedim içimden. Bana doğru uzandı, sigarasını yaktım. Pencereden sol taraftaki beş kişinin hararetli bir sohbete dalmış oldukları masayı gösterip, “Ben bu inşaat sektöründen pek anlamıyorum. Buraya gelirken arabada başladılar konuşmaya hala devam ediyorlar. Benim sıkıldığımı bile fark etmediler, insanlar çok duyarsız” dedi. Gülümsedim.
“Fena olmadı bak, sen de Bodrum lodosunun tadını çıkar işte.” Neden bilmem sen diye hitap ettim. Bizim oranın insanının samimiyetinden belki, ama muhtemelen de bana bir sıkıntısından açık yüreklilikle bahsettiğinden.
“Ben Doğu bu arada.” Doğu güzel isim, ben de adımı söylüyorum, tokalaşıyoruz.
“Buralı mısın?”
“Evet, sen?”
“İzmir’liyim ben de.”
“Yapma! Tatil herhalde, sevdin mi Bodrum’u?”
“Daha önce de geldim zaten. Hemen her yaz geliyorum. Güzeldir Bodrum, severim.”
“Güzeldir Bodrum. Güzle Kış daha güzeldir aslında. Herkes gider, bize kalır Bodrum. İnsanı çok sıcaktır, o yüzden kışın hiç üşümeyiz biz burada.”
En saf, en kadın merakı düşüyor dilinden. “Ne güzel konuştun. Hangi burçsun sen?”
“Terazi.” Ben korkudan onun burcunu sormuyorum bile ama o iştahla söylüyor.
“İkizlerim ben de.”
“Yapma, değilsindir.”
“Nasıl yani?”
“Neyse, çok memnun oldum Doğu. Sana hayatta başarılar.” Hızlıca uzaklaşıyorum. Bir anda yoruluyorum. Meyhanenin kapısına gidecek halim yok. Yanaklarım, kulaklarım alev gibi. İnce esen rüzgar kulaklarımı kesiyor. İçeri giriyorum. Elif’in gözleri ışıldıyor beni görünce. Boynuma sarılıyor, “N’apıyorsun yarım saattir dışarıda, kim o kız?” diye soruyor. “Hiç, hiç kimse.” Elif bu sessizliğime alışkın.
Murat geliyor yanımıza, “Yarın sabah Ayvalık’a gidiyoruz, geliyorsun değil mi?”
Kekeliyorum. “Yok” diyorum, “Yok benim uyumam lazım artık, zamanı geldi.”
                                                                                   beşiktaş, kasım 2012

30 Ekim 2012 Salı

elif mi diyordu

zamanı fazla, iyiliği daha yeni
arkadaş merhabasına karışıyor gülüşün
gözlerini ayırmıyorsun üzerimden, şanslısın
benim öyle bir vaktim olmadı pek
bir iki saniyeden küçük zaman
gözlerimi kaçırmadan önce
bırakmayayım dediğimde
sen de az inatçı değilsin

bu ne fena bakmak hem ne bela
sandım ki,
gözlerini bende unutacaksın
ilk değil kahve sırasında kalışı aklımın
azını gece yastığıma, uykuma taşıdım

elif mi diyordu sana yanındaki
değil miydi, iki ismin vardı belki de
ne inatçısın diyordum, ne güzel inat hem
ne belaymışsın, ne fena bakıyormuşsun
ha bu arada,
gözlerini bende unutmuşsun

                                             nişantaşı, ekim 2012

16 Ekim 2012 Salı

Karayel

       "Hiç keşke dediğin oluyor mu?" demiştin sesini son duyduğumda.
      "Hep diyorum, ölsen de kurtulsam." O çok iyi bildiğim sessiz gülüşünün ardından, "Ben de seni seviyorum aşkım, akşam görüşürüz." deyip telefonu kapatmıştın.

       Beni böyle sevilmeye alıştırmayacaktın. Çünkü her seferinde daha iyisi, gittikçe daha az işe yarıyordu. Sen hiç vazgeçmedin. Benim hiçbir şeyin işe yaramayacağı günün gelmesinden korktuğumu anlamış gibi, bana o günün asla gelmeyeceğini kanıtlamaya çalışıyordun sanki. "Ben hep bir yolunu bulurum" diyordun, sahi sen hep bir yolunu bulurdun.

       En küçük mimiğimden, jestimden bütün ruh halimi anlardın. Nasıl devam ettin beni sevmeye? Gittikçe daha fazlasını isteyeceğimi, bir gün bana yetmeyeceğini bildiğin halde, niye vazgeçmedin, nasıl? Filmin sonunu bile bile nasıl devam edebildin? Her sabah o günaydın mesajlarını nasıl aynı güzellikte ve aynı heyecanla yazabildin? Benim her sabah, mesaj gelmeyecek sabahın merakıyla uyandığımı bile bile hem de.
       ..
       Uzundur mesaj gelmiyor.
       ..
       Ben hiç böyle hayal etmemiştim.

       Sen her şeyi bildiğini sanıyorsun ama ben de biliyorum. Mesela uzun aralıklı, kısa ayrılıklı, büyük kavgalarımızı yalan yere çıkardığını, sırf her şey güzel giderse sıkılırım diye arada bir damarıma bastığını biliyorum. Hatta sonunda kendimi kötü hissetmeyeyim diye, kendini haksız gösterecek bahaneler uydurduğunu da.. Tabi gök gürültüsünden bu yaşta bile korktuğumu yanına gelmek zorunda kalacağımı bildiğin için yastığı yorganı alıp içerideki puflarda yattığını da biliyorum. İyi de be adam, o gün hava durumu hava açık olacak demişti, o kara bulutları da sen getirmedin ya oraya kadar. Her neyse, ne güzel uyumuştuk puflarda, bir de ne gerek var pufa deyip duruyordun alırken. Yoksa..?

     Kızıyorum sana. Çok kızıyorum. "Giderim bak!" dediğimde, "Oldu canım görüşürüz.." dediğin ve gidemediğim için; ben her seferinde gidemeyip de sen âni, sessiz, ılık bir karayel gibi gittiğin için kızıyorum. Seni annemle, babamla tanıştırdığım için de kendime kızıyorum. Ölen ben olsam, kendi kızının ardından bu kadar ağlar mıydı annem?

       Bak şimdi yeni biri var hayatımda. Biliyorsundur gerçi, sen her şeyi biliyormuşsun. Bana asıl her şeyi bilen benmişim gibi hissettirsen de hep, aslında sen biliyormuşsun her şeyi. Neyse konuyu dağıtma. Bir kerede söyleyeceğim hepsini. Adı Emre. Beyoğlu'nda bir ev partisinde tanıştık. Seviyor sanırım beni. Üzerime düşüyor, senin gibi değil. Sen olsan kesin benden de bir şeyler beklerdin. Bir şey alacağı zaman, zevkimi bildiğinden, seveceğim bir şey alıyor. Senin gibi "Aşkım hangisini alalım?" diye sorup, sonra da kendi istediğinde ısrar etmiyor. Evet, en sonunda sen de benim beğendiğimi kabul ediyordun ama kanser ediyordun ulan beni. Al, iyi mi oldu o zamanları tartışarak harcadığımız. Böyle böyle yitip giden zamanları biriktirsek gecelerimiz, gündüzlerimiz olurdu. Sevişmek dediğimde kızardın, "ayıp kızım, herkesin içinde" derdin, aman ayıpsa ayıp bana ne. Tenine bir kere daha dokunacak zamanım olsaydı, bir kere daha öpseydin beni, içine alırmış gibi sarsaydın ayıp mı olurdu? Böyle ayıp mı olur Aşkım.

       Ha bu arada; en son göbek adımı mırıldanmışsın. Bana öyle diyorlardır, doğru değildir muhtemelen ama doğruysa geldiğimde kaçacak yer bul kendine. Ben sana herkesin içinde bana o isimle hitap etme demedim mi? Dedim. Sen ne yaptın? Sanki söyleyecek başka şey yokmuş gibi adımı söyledin. İyi halt ettin. 
       ..
    Geri gel, bana hep o isimle seslen. Tükürdüğümü yalamam bilirsin ama başta sana karşı çıktığım her konuda sonradan hakkını teslim ettim. Başta sevmediğim her şeyine, sonradan onlarsız yapamayacakmışım gibi sarıldım. Sormuştun ya, "Hiç keşke dediğin oluyor mu?" diye..
       ..
       "Hep diyorum, ölsem de kurtulsam.."
                                                                                         beşiktaş, ekim 2012.

9 Ekim 2012 Salı

Güz Bitmeden

       Dört mevsimi yaşayan şehirler her mevsim özlüyor, her mevsim bekliyor. Çok uzak yerlerde; sadece yazın , sadece kışın yaşandığı şehirlerde insan özlemekten vazgeçiyor olmalı. Buradaysa, dillerinde farklı şehirlerin günaydınları olan sevgililer gibi hep özlüyor, hep bekliyor insan.
       Kış güneşi ısıtmaktan başka bir umut için doğuyor biliyorum. Karanlık kentlerin soğuğu bambaşka. O.. üşüyor. O'nun karanlık şehrindeki; soğuk rutubet değil de, olsa olsa sıcak bir Ağustos nemi, hani birazdan Eylül gelecek sanki.
       En çaresiz kışın kadını.. En azgın ve suskun suyun, en ılık ıslanışların kadını.. Üzerine kar yağan nehrin kadını, cıvıl cıvıl bir yazın şen melodisini mırıldanıyor beyaz şehir sokaklarında. Teninin bilgeliğini katıyor çiçek kokusuna ve O kırlarda dolaştıktan sonra, hiçbir çiçek, çiçek gibi kokmuyor bir daha.
       Zehirli nehrin kadını.. Sıcacık bir sonbahar ikindisi rengarenk. Öyle güzel ki, susuyorum. Renklerini sevip, uzun zaman sonra ilk kez gülümsüyorum. Ben daha güzelliğine alışamadan renklerinin, o karalara bürünüyor, büyülüyor. Güzelden daha dolgun bir kelime arıyor dilim. Kadın.. diyorum. Nesli tükenen bir nehrin kadını.. Denize en hasret nehrin kadını..
       Sonbahar tutuyorum elimde. Belki bu sefer sarı olsun diyecek ama saklıyorum, saklanıyorum. Çünkü her güzün ardından kış geliyor. Ben güz bitmeden 'hoşça kal' diyorum. Çünkü sonbaharda dökülen yapraklar, kışın ölüyor. Güz bitmeden dökülüyor gülümsemem.

                                                                                        yıldız, ekim 2012

1 Ekim 2012 Pazartesi

gelecek


valizim elimde miydi?
yoksa elimi de,
kendimle birlikte içine mi tıkmıştım?
kendim..
bir çift ele dokunmaya korkan ellerim,
duvarların ardında iç çekişlerim,
yağmurda iliklerime kadar hüzüne boyanışlarım,
saçının kokusuna takılıp düşüşlerim,
eve geç kaldığımda söylediğim yalanlar.
ben.. kendim..

elma deyince çıkamadım, armut dediler gidiyorum.
ne geçtiğim ağaçları sayabiliyorum
ne de kutup yıldızını bulmayı biliyorum
söyleyecek bir yol şarkısı var aklımda
sözleri dilimin ucunda birazdan gelecek
bekliyorum..

gözlerimi kapatınca bir beyaz bisiklet görüyorum,
direksiyon kolunda sıcak ekmek kokusu,
koltuğunda gelecek var, dilinde annesi.
gelecek annemin kahvaltıya pedal çeviren küçük prensi.
yolun başında bekliyor babasının yüzüne batacak bıyıklarını
oturmuş altına çağla uğruna düştüğüm çiçekli ağacın..

gelecek;
hiç bilemeyeceğim,
hangi kirpiklerin arasında eziliş,
hangi dudakların gölgesinde hayat buluştur?
işte sırf bu yüzden,
zinciri atmış beyaz bisikletim elimde,
üstüm başım toz toprak,
yüreğim gece mavisi..

gelecek..
göz bebekleri büyümüş, biraz bekletecek..
                                                                    aralık 2010, istanbul

24 Eylül 2012 Pazartesi

Hamuş

Kâbil Reis’in canı sıkkın bu aralar. Yine gülümsüyor, canına can katıyor insanın ama var bir şeyler. Yüreği mangal gibi derler ya hani, öyle delikanlıdır Kâbil Reis. Eski zaman ağabeylerinden.. 25inde var yok, erken fener yakmış. Mahallenin gözbebeği, gururu. Bizim mahalleden okuyan bir o çıktı, bir de Nazlı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi ama bazen öyle bir dalıyor ki gözleri, bazen de öyle bir doluyor ki bıraksa kendini gözyaşı senelerce durmayacakmış gibi. Kimi zaman bana bile yutturuyor ‘iyiyim’ ayaklarını. Yine de biliyorum, içinde in cin top oynuyor, öyle sessiz, hissiz.. Böyle bir sessizliğinde uğursuz bir huzuru olur, Kâbil Reis nasıl dayanıyor anlamıyorum.
O zamanlar bir onla bir bunla olan Zeynep geçen evlendi. Bir daha içi yanmıştır Reis’in. Biz demiştir, nasıl böyle olduk be Nazlı demiştir. Öyle bir gittin ki demiştir; bir bulut yağdı üzerime ama.. böyle bir ıslanmak görülmemiştir.
Nazlı’yla Galatasaray’da beraber okudular üniversiteyi. Reis, Nazlı’nın çocukluk aşkı, az koşmadı peşinden. Bütün mahalle çok sevinmiştik birlikteler diye, Kâbil Reis’e tutkun kızlar hariç tabi, onlar çatır çatır çatlamakla meşguldüler. Birlikte daha bir güzel olmuşlardı. Sanki Allah bile daha çok seviyordu onları. Şimdi durum farklı; hiçbir şey olmamış, o zaman hiç yaşanmamış gibi. Kâbil Reis’in ağzından tek kelime çıkmaz, bir kere Nazlı dediğini duymadım daha. Ama mektuplar var, bir de ses kaydı. Onlar oldukça unutamazsın, yaksan bile unutamazsın. Ondan Nazlı’ya daha zor; mavi elleri var Reis’in beyaz mürekkepli, taksa teybe sesi var capcanlı, nasıl unutur ki Kâbil Reis’i. Bunları ben Gül’den öğreniyorum, Nazlı’nın kardeşinden, ona da ben yanığım ama söyleyemiyorum, orası da başka bir hikâye.
Nitekim Nazlı gitti, Kâbil Reis hamuş oldu. Bir gün yine Turgut Ağabey’in meyhanede içiyoruz, dedim ki: “Reis be, kalbimizi çok kırıyorlar.” O yarım tebessümüyle, “Ee aslanım, kalp dediğin kırılacak” dedi. Sonra yine daldı. Bilirim hala üzülür. Nazlı da üzülür muhakkak. Kâbil Reis, gitti diye üzülür, Nazlı da git dedi diye.
                                                                                         beşiktaş, eylül 2012

22 Eylül 2012 Cumartesi

Sahiden

       Her mısrası seni özledim diye biten bir şiir yazılabilir mi sahiden? Mahmur ve şişkin pazar öğlelerimiz vardı, kahvaltı yapardık sahile inip. Yürümeyi yeni öğrenen paytak bir çocuk gülümserdi yüzünde. Gülümsemeni okşardım gözlerimle. Şimdi o güzel öğlenlerin ardından tereddütsüz yalnız bir ikindi doğabilir mi? Peki ya o paytak gülümsemen? Sahi, her mısrası seni özledim diye biten bir şiir yazılabilir mi?

       Yüzünde, cebinde bulduğun bir 'çok güzelsin' notunun saf ve sade mutluluğunu hatırlıyorum. Sevinci gözlerinden taşan bir çift yürek, gün gelir de poyraz soğuğu gibi bir merhabayla kanayabilir mi? Sahi, her mısrası seni özledim diye biten bir şiir yazılabilir mi?

                                                                                     batı atlantik, mayıs 2012

6 Eylül 2012 Perşembe

Tarçınlı Kurabiyeler

Benim saatim Saat Kulesi’ne ayarlı. Uzak kelimesinin ne kadar çok mahrumiyet ve aslında bir o kadar da mahremiyet içerdiğini anlayabileceğim diyarlarda bile dokunmadım yelkovanına. Bilirsin tarih gösteren saatleri tam aylarda bir gün ileri döndürmek gerekir. Hayır, yalan söylemiyorum. E öyle yapmayıp 3 gün geri kalsaydım senin günaydınlardan daha mı iyiydi? Ah, ağzımdan kaçırdım.

            Karanlıktan da koyu bir kelimenin yerini alıyor susuşum. Öyle eksik ki.. Öyle eksiğim ki, koyuluk konusunda yetim bir karanlık, daha da eksik bir kelimeyi aramaya itiyor beni. Olmam gerektiğinden daha suskun bir haldeyim. Bir daha hiç konuşmayacakmış gibi değil de, sanki daha önce hiç konuşmamış gibi.

            E hani nerede tarçınlı kurabiyeler? Tarçınlı ruj mu aldın? Daha doyurucuymuş, bundan sonra hep bundan yiyelim. Evet, biliyorum, en güzel tarçınlı dudaklar seninkiler, pardon kurabiyeler.

            Daha güzel gösteren bir pusulamız olsaydı.. Belki o zaman şişman gösteriyor diye aynayı suçlamazdın. En masum oyunumuzdu bu, yalancı suçlularımız başrolde. İpliği iğneye takamamak kadar olağan beceriksizlikler, hani kızamazsın bile. Ama illâ bir şey yapmak lazım değil mi?

            Çok ilginç şeyler öğrenmişim farkında olmadan. Bakış nasıl okşanır, gülümseme nasıl yudumlanır, koku nasıl gülümsemeye dönüşür ve nasıl tekrar bakış olarak gözlerine yerleşir. Daha önce de biliyordum, yalan değil. Ama sanki ilk kez yapıyormuşum gibi gelmişti, demek ki bir sonraki de özel olabilecek. Tekrar gülümseyebilmemin nedeni bu olmalı herhalde. Yanlış anlama, seninle alakası yok. Zira sana bakarken bir daha hiç gülümseyemeyecekmiş gibi hissettiğim için, bitti.

            İyi ki de susuyorsun, de.. Hakkın var. Öğreniyorum.
                                                                                bodrum, eylül 2012

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Sus bir ki üç..

       Hiç.. Adım atacak yer bırakmayan, koca bir hiç dudaklarımın arasında. Kıpırtısızlık bedenimin hareket sınırı, zira sen dağları ufalarken ben susmayı öğreniyorum. Mürekkebin kağıt üzerindeki ılık yaraları.. Keşke bütün yaralar böyle güzel olsaydı. Oysa belki küçük bir esinti olsa düşerdim. E şimdi esmedi diye..

       Sessizliğime tahammülün yok. Belki sana hiç tahammülsüzlük yaşatmadığımdandır bu halin. Bana göre şımarık ağzından çıkan sözcükler, sense onlara çaresiz deyip, besliyor büyütüyorsun. Zihnim mahşer yeri; bolca sen, azıcık eski sevgililer. Eskileri verip yenileri alma çabası bu, farkı nasıl ödeyeceğim çok aşikar.

       İlk kırık sözcüğün ilk nemli sesinde bittiğinden her şey -aslında o kadar da çok şey değil- geri kalanı da böyle sessizlik oluyor. Birlikte baktığımız gün batımı batıyor, benzer bir gün anılardakine, aynı poyraz Konstantiniye'nin Halikarnas'a hediyesi. Aynı olmayan bir şeyler var, tabiatından yalnızlığın. Öyle bile olsa sen aynı bakıyorsun o kızıllığa, benim en sevdiğim renk hala o kırmızı. İşte işin hasta tarafı bu gün batımı.
                                                                                                montevideo, ağustos 2012

23 Ağustos 2012 Perşembe

Her şeyini alıp gidecek değilsin ya..

       Ama dizine yattığımda, parmaklarını yüzümde gezdirmeni özleyeceğim mesela. Plajda şezlonga uzanmış güneşlenirken, gözümü her açışımda gözlerini beni seyrederken bulmayı da, özleyeceğim. Hayallerimden bahsederken, kendine dahil olacak bir yer bulmanı -ki bunu ne kadar ustaca yaptığını biliyor muydun acaba- çok özleyeceğim. 


       Her şeyini alıp gidecek değilsin ya? Mesela, evden çıkarken şemsiyeni unuttuğunda benim erkekliğime laf ettirmez centilmenliğimle elimde şemsiye nefes nefese geri geldiğimde, şefkatle gülümseyip ıslak yanağıma minik bir öpücük konduruşunu bırakabilirsin. Böylece ben de arada bir yıldızlı pekiyi almış çocuk gibi sevinebilirim, yani öyle yapıyormuşum sen öyle diyordun. Tek çocuk olarak büyüyen insanlara özgü yalnızlık korkunu bastırmak adına, arkadaşlarının yanında yaptığımız şovları çok seviyordum. Onu da bırak bence, tabi yine çok olmuyorsam artık. Ama, güzel değiller miydi? Hani bir kere seni İzmir'e ziyarete gelmiştim. Alsancak'ta denize nazır bir mekanda yemek yemiştik. Beni arkadaşlarınla tanıştırdığın gün. Konu bir ara ayrılığa gelmişti ve ben şöyle demiştim:

       "Tabi ki benden daha zekisini bulabilirsin. Daha eğlenceli ve yakışıklısını da. Daha zengin birini mutlaka bulursun. Daha kültürlüsünün olmadığını da söyleyemem. Hani olmaz ama, bu çok küçük bir ihtimal benden daha iyi öpüşenini de buldun diyelim..." Burada herkes hafif utanarak gülmeye başlamıştı. Ben sırıtıyordum sense 'eşşek' der gibi gülümsüyordun. Belli hoşuna gitmişti. "..ama.." diyerek devam ettim:
       "..bütün bunların hepsini bir arada bir daha bulman çok zor. Mütevazılığımdan bahsetmiyorum bile." diye bitirdiğimde herkes gülmekten katılıyordu. Sen de sonunda dilinin ucundaki "eşşek"i koyuvermiştin. "Eşşeğim ama çok tatlıyım biliyorsun.." deyip, yanağımı uzatarak "..ee tadıma bakmayacak mısın?" diye pişkinliğe vurarak öpücüğümü kapmıştım bile. Herkes seni kıskanmıştı. Sonra o akşam arayıp, mesaj yazıp beni sana övdüklerini hafif kıskanarak, hafif gururlu bana yetiştirmiştin. Arkadaşların arasında seviliyordun zaten ama kabul etmeliyiz ki; ilişkiler çok farklı bir karizma kazandırıyor insana.. Ben senin kahraman sevgilin olmayı da çok seviyordum. Bunu ne yapsam alamam zaten, götürebilirsin.


       Bir de yapamadıklarımız var. Birlikte tatile gitmeyi çok istiyorduk. Ama ailelerimiz, adet ve düşünce yapısı gereği buna karşı olacaklarından konuyu açmadık bile. Yine de bu hayal bizimdi. Şimdi sen de ben de başkalarıyla gideriz herhalde. Sahi bir de yeniler olacak değil mi? Mutlaka yeni bir kokuyu ezberleyecektir burnum. Belki ve muhtemelen seninkinin yerine koyacaktır hafızam. Hatta sanki benimkiler ölçülüpte seninkiler yaratılmış gibi birbirinin eşi dudaklarımızın yerine de yenileri gelecek. Muhtemelen tam tamına uymayacaklar birbirine. Yine de yeni bir dudak da benimkileri cayır cayır yakıp, kalbimi titretebilir. Biliyorum mutlaka yeniden seveceğim. Ama.. Her yeni cümlenin sonunda bir ama ilişiyor dudaklarıma, dilimi incecik kesiyor. İşte sırf bu yüzden benim yenilerim 'ama'larla başlıyor, sonunda yeni 'ama'lara varıyor. Az gidiyorum, uz gidiyorum ama bir arpa boyu bile yol alamıyorum. Öyle karışıyor düşüncelerim. Şimdi sana 'gitme' diyeceğim, ama..
                                                                                                                               Atlantik Açıkları, 2012.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Mesaj İletildi.



                Nefes almayı unuttuğumuz zamanlar oldu; ne olduğunu anlamadan eve dönme vaktinin geldiği zamanlar. Sokaklar bizimdi. Altlarında dolmuş beklediğimiz sokak lambaları ve o lambanın bulunduğu direğin üzerinde ötmese varlığını bile anlayamayacağımız baykuş bizimdi. Hatta bir kaç saat öncesine kadar şu an dolmuş beklediğimiz yerde el açan dilenci, bu şehrin bütün dilencileri, hırsızları, sarhoşları, berduşları, aşıkları ve aşkları bizimdi. Aslında aşk öyle bir şey ki, hiç bir zaman sadece senin olamaz. Olsa olsa sen aşkın bir parçası olabilirsin.
                Sokaklar bizimdi bizim olmasına ama yine de hep geç kaldık. Parmak uçlarımızda girdik eve. Tam odaya vardım kurtuldum diyecekken babalarımızın, saat kaçta geldiğini biliyorum, diyen öksürüğüyle irkildik. Çabucak soyunup yatağa uzandığımızda kafamızda günler saatler ve anlar doğalarının aksine birbirinin içinde değil ama hep bir arada dönüp dolaşıyorlardı. Güzel bir anıyı tekrar tekrar yaşardık yüzümüzde en aşık gülümsememizle, canımızı sıkmışsa içimize dolardı bir daha hiç gülümseyemeyecekmişiz hissi.
                Genellikle güzel biten geceleri bittiği yerde bırakamayıp yastığımıza taşıdık, yastığımızın yanına, mesaj gelir de duymam umuduyla sessize almaya korktuğumuz telefonumuzla. Genellikle de pişman olduk. Kimi zaman telefonun ansızın titremesiyle yüzümüz ışıl ışıl oldu ama çoğu zaman dayanamayıp uzun bir tatlı rüyalar öpücüğü döktürdük. Beklentilerimiz kimi zaman keşke yazmasaydım pişmanlığına dönüştü ekrana bakıp da saati görünce, kimi zamansa bir yeni mesaj çoktan alınmıştı. Yasal acılardı bunlar, ikisinde de sevdik. Neyse ki her ikisinde de son düşündüğümüzü hatırlayamayacağımız sabahların kalabalık uykularına dalabildik.
                Bugün bu kadar tanıdık geliyorsa, düne benzediğinden. Çünkü dün de bir zamanlar bugündü. Yarının ebediyeti de dün olmaktan başka bir şey değil. Zamanın hiç bitmeyecekmiş gibi uzun, hiç hatırlanamayacakmış gibi eski, cevap veremeyeceğimiz kadar anlaşılmaz ve tanımlayamayacağımız kadar belirsiz olduğunu unutmamak gerek. Çünkü insanlar da zamana dahil. Kendi içine dönen bir labirent gibi umutsuz, asla eskimeyecekmiş gibi yeni, bir sonraki adımı gibi tereddütsüz, bahar gibi heyecanlı ve güz gibi gözüyaşlı ancak yarın ne yapacağını bilemeyecek kadar bugünde.
                Şimdi..
                Mesaj iletildi.
                                                                                               Rio Grande, 6 temmuz 2012