Birazdan Güz
gelecekmiş gibi bir Ağustos akşamıydı. Bazen olur böyle bizim orada; insanı
nefessiz bırakan gündüz sıcağının ardından, güneşin alçalmaya başlamasıyla
birlikte hafif bir lodos esmeye başlar denizden. Hatta akşam yemeklerinden sonra verandada yada bahçede, ful kokuları arasında, şöyle ağız tadıyla üşüye
üşüye içilir Türk kahvesi. Bizim oranın en güzel mevsimidir Güz. Sadece iki ay
sürer ve geri kalan on ay özlenir. Güzün tatlı fragmanlarından biri oynuyordu o
gün, baş rolde de lodos. Öyle güzel bir güne ancak o hava yakışırdı, bunun için
de Mikail’e ne kadar teşekkür etsem az.
Denizden
döndükten sonraki ilk günlerim. Henüz evin uyku saatine alışamadığımdan, annem
babam şaşkınlar, çünkü kapıyı aralayıp ne zaman içeri baksalar oğullarını
yatağının önündeki uzun sehpaya eğilmiş, kitap kulelerinin ve kağıtların
arasında ya yazarken ya okurken yada bilgisayarında film izlerken buluyorlar. O
gece de, uykuyu en çok özleyen insan olarak oradayım fakat henüz zamanı
gelmediğinden gözlerimi karanlığa teslim etmiyorum.
Liseden beri gittiğimiz
meyhanedeyiz. Söyleyeceğimiz mezeleri, tereyağında karidesin sipariş zamanını
ve kremasız olacağını bilen çekirdek tayfanın yanında, hayatımın en önemli
zamanlarını paylaştığım diğer insanlarla birlikte dönüşümün şerefine
güzelleşiyoruz. Kimisinin erken kalkması gerektiğini bildiğimden herkes
sofradayken birkaç şey söylemem gerek, önceden çalıştım. Boğazımı temizliyorum
ve herkesin sustuğu bir anda gözlerinin içi gülen bu insanların varoluşuna
şükrederek konuşmaya başlıyorum: “Her şeyden önce, başta siz sevgili dostlarım
olmak üzere, hayatımın geri kalan yirmi bir senesinde tüm güzel anlarımda
yanımda olan, gülümsememi paylaşan bütün değerli insanlara samimiyetlerini
esirgemedikleri için teşekkür ederim. Bugün de bu meyhanenin hafızasındaki
diğer geceler gibi güzel. Zaten bu masada şu zeytinyağının olduğu her gece
güzeldi..” Gülüyorlar. “Oğlum duygusal konuşacaksan ben bir dolanıp geleyim,
dördüncüyü kaldırdım, dokunur bana” diyor Ayral –ikimizin adı aynı olduğu için
soyadımızla hitap ediliyor genelde- gülüyoruz, ben devam ediyorum. “Bu güzel
geceyi de izninizle birkaç şeye adayayım da eksik kalmasın, bu sofranın
adetidir, bilenler bilmeyenlere anlatsın.” Homurtular yükseliyor, tabi tatlı
gülümsemeler eşliğinde. Çoğu meyhane yerine gece kulüplerini tercih ediyorlar,
bu gece benim hatırıma buradalar. “Bu geceyi, birbirine samimiyet ve sohbetle
bağlı, dostluğun kıymetini bilen insanlara, çocukluk kahramanlarım Monte Cristo
Kontu ve Fatih’in Fedaisi Kara Murat’a,
bu şehri en az benim kadar seven Halikarnas Balıkçısı’na, sesiyle her şarkıda
canımıza okuyan Sezen Aksu’ya ve hayatı öğrendiğimiz, hâla daha öğrenmekte
olduğumuz Bodrum sokaklarına adıyorum. Ha bir de zeytinyağına..”
Herkes koyu
bir sohbette. Ben de o gece belki de dördüncü kez, altı ay boyunca gezdiğim
yerleri anlatıyorum. Kimisi ikinci kez dinliyor, hatta sözlerimi bile tamamlıyorlar. Çok
uzundur birbirini görmeyenler iştahla sohbet ediyorlar. Masanın bir ucunda bir
türlü uzlaşamadığımız inanç konusu konuşuluyor, her zamanki gibi. Onların sohbetini
duyunca gülümsüyorum. Sessizce kalabalığın arasından kuytuya kayıyorum. Mekanın
şefi Cemal Ağabey’e –biz Jimmy diyoruz- masaya meyve tabağı istediğimizi
söylüyorum, o alçakgönüllü gülümsemesiyle “Hemen ağabeycim” diyor, ‘hemen’in m’sini
çiftleyerek. Geri döndüğümden beri bir an olsun içimden gitmeyen sıkıntıyla
pencereden dışarı bakıyorum, rüzgar yerdeki tozları savuruyor. Üşümek
istiyorum, sessizce kapıdan dışarı kıvrılıyorum. Ahmet’in zippo çakmağının hala
elimde olduğunu fark ediyorum. Elimde yakıp duruyordum. “Gazını bitireceksin
oğlum yakıp durma” demişti. Ben çakmağı masaya bırakınca da altı aydır
görmediği kardeşinin sağ salim yeniden o masada olduğunu fark edip çakmağı
tekrar elime tutuşturmuştu, “Al lan, yak istediğin kadar.” Çakmağı geri
bırakmaya üşenip cebime atıyorum. Lodosun gömleğimin düğmelerinin arasındaki
boşluktan tenime dokunuşu tatlı bir ürpertiye neden oluyor. Bu ürpertiyi
tanıyorum, tanıdığım an sıkıntımın yoğunlaşmasıyla boğuluyorum. Beyaz bir
duvara yaslamıştı sırtını, dudaklarımı dudaklarının arasında sımsıkı tutuyordu,
üşümeyeyim diye. Ne cesur, ne delikanlı kızdı. İzmir güzellerinin
karakteristiğinden işte, belki de ikizler oluşundandır. Zangır zangır titremiştik
o duvarın arkasında. Yine de bir an esmemişti rüzgar, o an çok güzeldi. Öyle
ya, nereden tanıdık bu lodos diyordum, hatırladım işte. Boynuna doladığı bordo kaşkolü
de hatırladım, rüzgarın arasında eksilen kokusunu da. Sanırım O’nu hep o son
gördüğüm haliyle hatırlayacağım. Ben denizin karanlığında yükselen İstanköy
siluetinde bu düşüncelere dalmışken, kulağımda seri bir topuk tıkırtısı
çınladı. Topuk sesleri yaklaştı, tok bir kadın sesine dönüştü: “Pardon ateşiniz
var mı?” Yüzümü çevirip kadının esmer, çıkık elmacık kemikli, ince hatlı yüzüne
baktım. “Sonunda bir işe yaradın be Ahmet” dedim içimden. Bana doğru uzandı,
sigarasını yaktım. Pencereden sol taraftaki beş kişinin hararetli bir sohbete
dalmış oldukları masayı gösterip, “Ben bu inşaat sektöründen pek anlamıyorum.
Buraya gelirken arabada başladılar konuşmaya hala devam ediyorlar. Benim
sıkıldığımı bile fark etmediler, insanlar çok duyarsız” dedi. Gülümsedim.
“Fena olmadı
bak, sen de Bodrum lodosunun tadını çıkar işte.” Neden bilmem sen diye hitap
ettim. Bizim oranın insanının samimiyetinden belki, ama muhtemelen de bana bir
sıkıntısından açık yüreklilikle bahsettiğinden.
“Ben Doğu bu
arada.” Doğu güzel isim, ben de adımı söylüyorum, tokalaşıyoruz.
“Buralı
mısın?”
“Evet, sen?”
“İzmir’liyim
ben de.”
“Yapma! Tatil
herhalde, sevdin mi Bodrum’u?”
“Daha önce
de geldim zaten. Hemen her yaz geliyorum. Güzeldir Bodrum, severim.”
“Güzeldir
Bodrum. Güzle Kış daha güzeldir aslında. Herkes gider, bize kalır Bodrum.
İnsanı çok sıcaktır, o yüzden kışın hiç üşümeyiz biz burada.”
En saf, en
kadın merakı düşüyor dilinden. “Ne güzel konuştun. Hangi burçsun sen?”
“Terazi.”
Ben korkudan onun burcunu sormuyorum bile ama o iştahla söylüyor.
“İkizlerim
ben de.”
“Yapma,
değilsindir.”
“Nasıl yani?”
“Neyse, çok
memnun oldum Doğu. Sana hayatta başarılar.” Hızlıca uzaklaşıyorum. Bir anda
yoruluyorum. Meyhanenin kapısına gidecek halim yok. Yanaklarım, kulaklarım alev
gibi. İnce esen rüzgar kulaklarımı kesiyor. İçeri giriyorum. Elif’in gözleri
ışıldıyor beni görünce. Boynuma sarılıyor, “N’apıyorsun yarım saattir dışarıda,
kim o kız?” diye soruyor. “Hiç, hiç kimse.” Elif bu sessizliğime alışkın.
Murat geliyor yanımıza, “Yarın sabah Ayvalık’a gidiyoruz, geliyorsun değil mi?”
Kekeliyorum.
“Yok” diyorum, “Yok benim uyumam lazım artık, zamanı geldi.”
beşiktaş, kasım 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder