9 Ekim 2015 Cuma

Hatırlanmayan Zamanlardan XIII / Asil Nüsha

yakışır insana her şey; kimse bilmediği sürece.

Ayazoğlu Apartmanı’daki dairesinden bir sırt çantası ve bir valizle çıktı. şubattı, ikindi vaktiydi. sokağa adım attığında bunu tam olarak idrak edemedi. çünkü Ankara’da gün başlar, sanki tek bir saniyenin içindeymişçesine devam eder ve ansızın sona ererdi. yolun karşısına geçti. sırtında çantası, elinde valiz, mini eteğinin üzerine inen siyah paltosu, ayağında ince topuklu botları ve boynunda koyu yeşil bir kaşkol ile saçları ince ince örülü, yine siyah bir şal ile alelade örtülü, yüzünde gülümsemesi -kar yağarken hep gülümserdi- aklana paklana yürüdü. Ulus Çarşısı’nın içinden geçti, meydandan aşağı doğru indi. çamurlaşan ve kirlenen yaprakları pür-u pak eden o karın içinde, gülümsemeye devam ederek gara vardı. saat 18.29’du. Buz gibi havayı içine çektikten sonra “Ankara’yı terk etmek için güzel bir gün” dedi içinden. Ankara Garı’nın yüksek tavanının altında yankılandı topuklarının tıkırtısı. gişelerden geçip perona ilerledi. 19.00 treni rayların üzerinde  yerini almıştı. öyle aceleci, öyle sabırsız… adımlarının ritmini hiç bozmadan trene doğru yürüdü. adımını ilk basamağa attığında paltosu yukarıya sıyrıldı. birkaç bakış Derin’e doğru döndü. tam olarak Derin’e değil, tam olarak bacaklarına. gözlerin kendisine döndüğünü fark etti fakat umursamaz tavrını sürdürerek trene geçti. valizini kompartıman aralığına bıraktı. sırt çantasını yanına aldı. orta kompartımanlardan birinin arka yarısında, cam kenarındaki koltuklardan birine geçti. önce paltosunu çıkardı, hafifçe silkeleyip üst rafa yerleştirdi. siyah, kumaş mini eteği ve açık yaka trikosuyla kaldı. koyu yeşil kaşkolunu boynuna doladı, düzeltti. sonra yerine oturup botlarını çıkardı ayağından. siyah külotlu çorabının üzerine koyu yeşil polar çoraplarını geçirdi. çantasını çıkarıp paltosunun yanına yerleştirdi. ardından da yerine oturup, sağ bacağını sol bacağının üstüne attı. eteğini düzeltti. kollarını bağlayıp gözlerini kapadı.

iyiydi. bayadır hem de. yüklerinden kurtulalı beri yaşamaya olan ilgisi iyice artmıştı. Tuna da sonraki ay aniden evlenecekti zaten. Derin o sırada henüz bunu bilmiyordu. ama bilseydi de umursamazdı. vicdan azabından kurtulalı baya oluyordu. kaldı ki Tuna da zaten hiç keşke dememişti. sorun yoktu. arada geçen üç ayda aslında ne kadar yalnız olduğunu fark etti Derin, bir de aslında ne kadar özgür olduğunu. Tuna’dan önceki Derin’i hatırladı. Tuna’dan önceki Derin’i gördüğüne çok sevindi. onu nasıl da özlediğini hissetti. kendine sarıldı. hatırladı. tüm uyuşmuş duyuları yeniden keskinleşti. onların olan şeylerin arasından onun olanları ayırdı, kalanı attı. oh, dedi. ilk gençliğinin sokaklarını arşınladı. daha az uyuyup daha çok yaşamaya karar verdi. hiçbir şeyin insanı üretmek kadar mutlu etmediğini hatırladı. sinemaya gitmeyi severdi. telefonuna indirdiği uygulamalardan biriyle birkaç mini film çekti. sonra senaryolar yazmaya başladı. borca girip taksitle video kamera ve üçayak aldı. birkaç tane film çekmeye çalıştı. bir tanesini tamamladı. Youtube’da bir sayfa açtı kendisine. çektiği mini filmleri oraya yükledi. en az seyredileni dörtbindokyüzküsur kere seyredildi. sonra bir sabah, video kamerasının objektifinden hayata bakarken Ankara’nın rengine daha fazla tahammül edemeyeceğini fark etti. çalıştığı şirketin İstanbul ofisine geçişini talep etti. zaten şirket İstanbul bölgesini güçlendirmek istiyordu. Derin gibi tecrübeli ve yaratıcı bir mimar bu iş için biçilmiş kaftandı. hemen kabul edildi. tam olarak Derin’in İstanbul’a gitmek üzere gara adım attığı andan iki gün önceydi.

gözlerini açtığında İstanbul’daydı. tren o kadar hızlıydı ki bir şehir nasıl geride bırakılır tam olarak anlayamadı Derin. ama daha birkaç saat geçmeden çok önemli bir şeyi fark etmek durumunda kaldı; İstanbul, trenden daha hızlıydı. daha önce Ankara bürosunda birlikte çalıştığı, şimdi İstanbul bürosunda yeniden birlikte çalışacağı arkadaşlarından Bilge’nin yanında kaldı bir hafta kadar. sonra bir daire buldular. Kurtuluş’ta. Harbiye Caddesi’nden iki sokak içeride. Ermeni mahallesinde. iki oda bir salon, bir de salon kadar bir antre. yeni evini çok sevdi Derin, yeni hayatını da… geldiği günün akşamında Asmalımescit’e kutlamaya gittiler arkadaşlarıyla. ertesi gün ‘seni ne kadar özledik bilemezsin’ partisi ayarlayıp için eğlenmeye çıktılar. hafta sonu da ‘hoş geldin partisi’ yapıldı Derin’in yeni evinde. yeni arkadaşları oldu. yeni hayatına çabucak alıştı Derin Keskin.

Pendik garına varıp trenden inişinin üzerinden üç ay geçmişti. haftanın son iş günüydü. bahardı. hava iyiden iyiye ısınmıştı. sabah uyandığında hafif terliydi hatta. pencereyi açıp günışığının içeri dolmasına izin vermiş, ardından dışarı sarkıp bir süre sokağın ucunda akan caddeyi seyretmiş, sonra da kendi kendine gülümseyerek “Sonunda Allah çıtçıtlıbadinin belasını verdi” demişti. lâkin Derin Keskin de birçokları gibi yeni hayatın acemilerindendi.

güzel hava ancak öğleden sonraya kadar sürdü. önce nereden geldiği belli olmayan kara bulutlar süratle gökyüzünü kapladılar. ardından da ahmakıslatan başladı belli belirsiz. Beyoğlu’ndaki ofisin penceresinden zeminin renginin damla damla lekelenmesini seyretti bir süre. tenha sokakta birkaç kişinin umarsızca yürüyüşünü izledi. bu sırada pencereden yansıyan aksine takıldı gözleri. incecik, kayık yaka beyaz bluzunun boğazından görünen çıplaklığa baktı sonra gayrı ihtiyari eli omzuna gitti, gözleri de siyah pileli eteğiyle ince çoraptan bile azad ettiği bacaklarına. içi titredi. “Aferin Derin,” dedi kendi kendine. neyseki kombin olsun diye koyu gri süet botlarını giymişti. en azından ayakları sıcak ve kuru kalacaktı. Bilge elinde iki sade kahveyle geldi o sırada, “Üç çayı!” dedi. iki kadın pencerenin kenarında kahvelerini içip dedikodu yaptılar biraz. bir ara Derin, içindeki bahar havasından eser kalmadığı fark etti. “Böyle oluyormuş herhalde,” dedi içinden, “İstanbul’da zaman günler hâlinde değil mevsimler hâlinde akıyormuş. Tekrar hoş geldim.”

iş çıkışı eve yürürken yağmur iyiden iyiye hızlanmıştı. Divan Oteli’ne vardığında sağanak başlayınca Notre Dame de Sion’un karşısındaki Starbucks’a attı kendini. neyse bir kahve içerim sonra da bir taksiye atlar giderim dedi. kahvenin parasını ödemeye hazırlanırken cüzdanını ofiste unutmuş olduğunu fark etti. kahveyi iptal etmek istedi ama şef burada sık sık gördüğü Derin’in yüzüne aşinaydı “Üşümüşsünüzdür, bizden olsun bu seferlik” dedi. teşekkür etti Derin, bir kahvelik şans verecekti yağmura, sonra da Allah ne verdiyse koşarım artık diyecekti. ‘grande pumpkin spice latte’sini bitirdiğinde yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. “Biraz ıslanmak belki de iyi gelir” dedi. böyle kendini gaza getirmeleri meşhurdu. fırladı sokağa. ama daha Harbiye Orduevi’ne varmadan gözleri meteoroloji mühendislerini ceplerinden çıkaran şemsiyecileri aramaya başladı.  aksi gibi sokakta kimseler yoktu. Yeşim’den ödünç aldığı şalı başına örtmüş omuzlarını kapatmıştı ama şalın da kuru yeri kalmamıştı artık. koşar adım yürümeye devam etti. yağmurun şangırtısı topuk seslerini bastırıyordu. kulağında müthiş bir uğultu vardı. etraf bir sis perdesiyle kaplanmıştı. arabalar sıkışan trafiğin içinde ilerlemeye çalışıyorlar, rengarenk şemsiyeler ileri geri, sağa sola koşuşturuyorlardı. yol hiç olmadığı kadar uzun geldi bu sefer. çok güvendiği botları da suyla doldu. Vali Konağı Caddesi’yle Rumeli Caddesi’nin kesiştiği dört yol ağzına geldiğinde sıçan gibi olmuştu. iki hafta önce örgüleri çözüldüğünde neredeyse beline gelen saçlarını -hem de kısacık- kestirdiği için çok üzülmüştü. ama şimdi kulaklarının biraz altında olan yeni saç modeli onu olduğundan daha iyi gösteriyordu.

Rumeli Caddesi’ni geçip Vali Konağı’nda yürümeye devam etti. çok üşüyordu. yolun sağındaki Altın Eczanesi’nin tentesinin altına sığındı. cebinden sigarasını çıkarırken vitrindeki reklamlara takıldı gözü. yaşlı bir amca elinde mavi haplarla dolu bir kutu ve kocaman bir gülümsemeyle poz vermişti. mavi kutuyu görmesen, torununa falan gülümsüyor sanırdın. fakat mevzu başkaydı. hemen yanında da elinde içi boş bir bebek arabasıyla dişleri sapsarı bir kadın ciğerleri çürümüş hâlde resmedilmişti. paketten ucu ıslanmış bir sigara çekti. ıslak kısmı kopardı. sonra da mütemadiyen kan kırmızı ruj sürdüğü dudaklarının arasına sıkıştırıp kibriti çaktı. “Allah belanızı versin,” dedi içinden, “Sigara da içeceğim, çocuk da doğuracağım…” ıslak şalı yeniden başının üzerine örterken gözlerini yerden kaldırıp aşağı doğru uzayan trafiğe baktı. tam o sırada Harley Davidson marka bir motor tüm gürültüsüyle gelip karşı kaldırımın önünde yavaşladı, sokaktan içeri döndü ve diğer motorların yanında durdu. üzerinde siyah deri ceket, koyu mavi dar kesim bir kot ve paçalarını içine soktuğu o çizmeye çeyrek kala, bağcık aldatmacalı, siyah renk botlar olan gençten bir adam Harley’in ayağını indirdi, anahtarı kontaktan çıkarıp yandaki kilitli çantaya taktı. çantanın yay mekanizmalı kapağı kilitten kurtulup açıldı. Derin gözünü kırpmadan adamın hareketlerini izliyordu. tıpkı son bir saattir yağmurla savaşan kendisi gibi, iyice yükselen adrenalini de yorgun kaslarında biriken laktik asit ile mücadele ediyor ve belki bu dengesizlikten ötürü hafiften de başı dönüyordu. ama ne olduysa motordan inen adam başından kaskını çıkardığı sırada oldu. iki günlük sakalı elmacık kemiklerinin altında bir derinlik oluşturmuş ve yüzünü olduğundan kemikli göstermiş, yine bu derinliğin oluşturduğu sivrilik ise üç numara saçları sayesinde kaybolmuştu. normalde olsa o an ruh hâli hangisine yakınsa “Oha! Analar ne evlatlar doğuruyor!” yahut “Hiç adil değilmiş…” tepkilerinden birini seçip laf atardı. fakat o sırada içi ikisini de ezip geçen başka bir hisle dolmuştu. Mehmet çantayı kilitleyip, yavaş adımlarla, iyice ıslanarak, Derin’in hemen karşısındaki apartmana doğru yürürken genç kadın bu adamı nereden tanıdığını düşünüyordu.  birden yolun karşısındaki genç kadına baktı Mehmet. tam yüzünü çevirecekti ki tekrar baktı. Mehmet de Derin’i bir yerden hatırlamıştı. ancak emin olamadı. zihnini sadece güzelliğiyle meşgul edip apartmana yöneldi. oysa Derin emindi. tanıdığına yemin edebilirdi. ancak nereden tanışıyor olduklarını bir türlü hatırlayamıyordu. asla da hatırlayamayacaktı. o kasım akşamı, Ankara soğunun içinden, öyle sıcak bakmıştı ki Derin’in gözlerine, genç kadının üzerindeki yüzeyi donmuş toprağın altına bir tohum gömülmüştü sanki. çünkü Derin de Mehmet’in gözlerine yine o kasım akşamı, bir şey anlatmak, anlatacak neyi varsa anlatmak ister gibi, bilemediği her şeyin cevabını bulmuş gibi, Mehmet’in içini apaçık görmüş gibi bakmıştı. fakat hatırlamıyordu. o yüzden de neden böyle tanıdık hissettiğini anlamlandıramıyordu. fakat içinde sanki bir şeylerin filizlendiğini duyumsuyordu. 

olurdu bazen böyle şeyler. normaldi. hatırlanmayan zamanlardan ötürü, hatırlanmayan zamanlardan beri.

aklında Mehmet’i nereden tanıdığı sorusuyla, tıpkı Mehmet gibi ağır adımlarla yürüdü yolun geri kalanını. yüz metre ileriden sağa döndü. Amerikan Hastanesi’ne giden sokağı geçer geçmez sağdaki apartmanlardan birine girdi. soyundu. sıcak duşun altına girdi. kemikleri iyice ısınınca durulanıp çıktı. saçlarını çabucak kurutup üzerine bol bi kazak geçirdi. pencerenin hemen önündeki çalışma masasına oturdu. o küçük sarı, bir yanı yapışkanlı kağıtlardan birine “Oha! Hiç adil değilmiş…” yazdı.

Ekim, 2015. / Bodrum.