2 Kasım 2014 Pazar

Tuhaf

Kırk iki saat sonra kamarama gelmiştim. Hâlâ daha iki güverte yukarı –altmış dört basamak- çıkabilecek gücümün olduğuna –basamakları sayarak da olsa- şaşırarak banyoya girmiştim. Yorgun bedenimi daha fazla taşıyamayan dizlerim sonunda pes etmişti de kapıyı kapayıp sırtımı arkasına dayamış ve yere oturmuştum. Bir süre zoraki ve cansız hareketlerle soyunmaya çalışmıştım. O ara hâlâ kamaraya nasıl gelebildiğime şaşırmaya devam ediyordum. Son otuz saatim termometrenin kırk sekiz dereceyi gösterdiği makine dairesinin, sıcaklığın elli altı dereceye yükseldiği separator kısmında geçmişti. Ne yapıyordum orada. Nasıl yapıyordum. Makineler nasıl çalışıyorlardı. Niye bozulmuyorlardı. Eşyanın tabiatının böyle dirayetli olması bana son derece anlamsız geliyordu. Biraz dinlendim. Merdivenleri nasıl çıktığımı anlayacak kadar; ama kapıya kadar gelip de kapının önünde uyuyakalmanın mantıklı geldiği dakikaları idrak edebilecek kadar değil. Sürünerek suyun altına girmiştim. Orada belki yarım saat oturduktan sonra ancak kendime gelebilmiştim. Fakat sadece yatağa gidebilecek kadar. Kurulanabilecek ya da üzerimi örtebilecek kadar değil.

Sonra tuhaf bir şey oldu. Geçenlerde mektubuma cevaben kaydettiğin sesini yollamıştın. Kim bilir kaçıncı kez, düşünmeden onu açtım. “Mektupların konulup” diyecekken duraksayıp, “konulduğu” diye düzelttiğin yeri tıpkı senin gibi söylemeye çalıştım yine. Bu sefer biraz daha benzettim. Becerdiğime sevinip gülümsedim kendi kendime. Artık neredeyse ezberlediğim kelimeleri seninle birlikte teker teker söyledim. Ama senin sesini bastırmayacak kadar kısık. Mırıltıyla. “Vapurda okudum… yazdıklarını. Sonra kocaman bir gülümsemeyle işe gittim o yüzden zaten hiç yorulmadım…” dediğin yerde sustum. Burayı senin sesinden dinlendim. 

Sevindim yine. İçim gülümsedi. Yüzümüzün sınırları var diyeceğim bir gün sana, ama içimizin yok diyeceğim. Böyle diyeceğimi bileceksin, sonra bu tuhaflığa güleceğiz. İçimiz gülecek…

Sesinde tuhaf bir şey vardı. Bu yüzden kendimi hiç yorulmamış gibi hissettim ben de.

Sesinde; kahve kokusu vardı, alelacele evden çıkarken ayakkabılığın üzerinde unuttuğun fuların, posta kutularına takılışı gözünün… 

Sesin, Caferağa Mahallesi’nde şangırdayarak açılan kepenkler.

Sesin; 08:20 vapurunun yolunu bir kuş gibi uça seke adımlayan topuk tıkırtısı, turnike sesleri, bakiye yetersiz aksilikleri, üst katta, dışarıda yer arayan bakışlar… Kadıköy İskelesi…

Sesin; martı gülüşleri, rüzgâr uğultusu, abla bir mendil alır mısın, Allah rızası için, şu elimde görmüş olduğunuz, içeriden gelen gitar ve keman sesleri…

Sesin; vapurun suyun üzerine köpük köpük yazdığı mektup, belli belirsiz gülümseyen çok uzak bir limandan gelen başka bir mektup, çok uzak bir limana giden başka bir gemi, başka köpükler…

Sesin; mendili çantana koyuşun.

Sesin; Allah sevdiğine kavuştursun.

Sesin; iskele babasına sekiz yapılan halatlar.

“İşte bir sürü şeyler oluyo, çok komik şeyler oluyo…”

Sesin; günaydın, bonjour madamoiselle tu es tres belle ce matin1, Muhlis Efendi bize iki çay getirebilir misin, iyi günler nasıl yardımcı olabilirim, bu kırmızı elbiseyle bu kahverengi ayakkabılar hiç olmuş mu, Mehmet Bey’in karısı dudaklarına silikon yaptırmış gördünüz mü?

Sesin; daktilo şakırtıları, durmadan çalan telefonlar, ça ne marche pas comme ça2 diyorum şekerim anlamıyor musun, bolca kahkaha, herkesin gönlünce gülebildiği rengârenk toplantılar.

Sesin; Dolmabahçe’den Beşiktaş’a başka birinin adımlarına basarak yapılan bir yolculuk.

Sesin; çıplak ayakla betona basılan bir balkon ikindisi, fesleğenlere avucunu sürtüp burnuna götüren karşı komşu, Topkapı’da batan güneş.

“Güzel olur bence de.”

Sesin; güzel bir gecenin hayali, kol kola yürünen bir yol, şarap tadı, birbirine karışan, birbirine yakışan gülüşler…

Sesin bir tuhaf.

Şimdi de uyuyorum.


“Kahvemi aldım, bu sefer sesli yazayım dedim sana…”


1 bonjour madamoiselle tu es tres belle ce matin: günaydın hanımefendi bu sabah çok güzelsiniz. (fra.)
2 ça ne marche pas comme ça: o iş öyle olmaz. (fra.)


-Temmuz 13, 2014. / Houston.