Kırk iki saat sonra kamarama gelmiştim. Hâlâ
daha iki güverte yukarı –altmış dört basamak- çıkabilecek gücümün olduğuna
–basamakları sayarak da olsa- şaşırarak banyoya girmiştim. Yorgun bedenimi daha
fazla taşıyamayan dizlerim sonunda pes etmişti de kapıyı kapayıp sırtımı
arkasına dayamış ve yere oturmuştum. Bir süre zoraki ve cansız hareketlerle
soyunmaya çalışmıştım. O ara hâlâ kamaraya nasıl gelebildiğime şaşırmaya devam
ediyordum. Son otuz saatim termometrenin kırk sekiz dereceyi gösterdiği makine
dairesinin, sıcaklığın elli altı dereceye yükseldiği separator kısmında geçmişti. Ne yapıyordum orada. Nasıl yapıyordum.
Makineler nasıl çalışıyorlardı. Niye bozulmuyorlardı. Eşyanın tabiatının böyle
dirayetli olması bana son derece anlamsız geliyordu. Biraz dinlendim.
Merdivenleri nasıl çıktığımı anlayacak kadar; ama kapıya kadar gelip de kapının
önünde uyuyakalmanın mantıklı geldiği dakikaları idrak edebilecek kadar değil.
Sürünerek suyun altına girmiştim. Orada belki yarım saat oturduktan sonra ancak
kendime gelebilmiştim. Fakat sadece yatağa gidebilecek kadar. Kurulanabilecek
ya da üzerimi örtebilecek kadar değil.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Geçenlerde
mektubuma cevaben kaydettiğin sesini yollamıştın. Kim bilir kaçıncı kez,
düşünmeden onu açtım. “Mektupların konulup” diyecekken duraksayıp, “konulduğu”
diye düzelttiğin yeri tıpkı senin gibi söylemeye çalıştım yine. Bu sefer biraz
daha benzettim. Becerdiğime sevinip gülümsedim kendi kendime. Artık neredeyse
ezberlediğim kelimeleri seninle birlikte teker teker söyledim. Ama senin sesini
bastırmayacak kadar kısık. Mırıltıyla. “Vapurda okudum… yazdıklarını. Sonra
kocaman bir gülümsemeyle işe gittim o yüzden zaten hiç yorulmadım…” dediğin
yerde sustum. Burayı senin sesinden dinlendim.
Sevindim yine. İçim gülümsedi. Yüzümüzün
sınırları var diyeceğim bir gün sana, ama içimizin yok diyeceğim. Böyle
diyeceğimi bileceksin, sonra bu tuhaflığa güleceğiz. İçimiz gülecek…
Sesinde tuhaf bir şey vardı. Bu yüzden
kendimi hiç yorulmamış gibi hissettim ben de.
Sesinde; kahve kokusu vardı, alelacele evden
çıkarken ayakkabılığın üzerinde unuttuğun fuların, posta kutularına takılışı
gözünün…
Sesin, Caferağa Mahallesi’nde şangırdayarak açılan kepenkler.
Sesin; 08:20 vapurunun yolunu bir kuş gibi
uça seke adımlayan topuk tıkırtısı, turnike sesleri, bakiye yetersiz
aksilikleri, üst katta, dışarıda yer arayan bakışlar… Kadıköy İskelesi…
Sesin; martı gülüşleri, rüzgâr uğultusu, abla
bir mendil alır mısın, Allah rızası için, şu elimde görmüş olduğunuz, içeriden
gelen gitar ve keman sesleri…
Sesin; vapurun suyun üzerine köpük köpük
yazdığı mektup, belli belirsiz gülümseyen çok uzak bir limandan gelen başka bir
mektup, çok uzak bir limana giden başka bir gemi, başka köpükler…
Sesin; mendili çantana koyuşun.
Sesin; Allah sevdiğine kavuştursun.
Sesin; iskele babasına sekiz yapılan
halatlar.
“İşte bir sürü şeyler oluyo, çok komik şeyler
oluyo…”
Sesin; günaydın, bonjour madamoiselle tu es
tres belle ce matin1, Muhlis Efendi bize iki çay getirebilir misin,
iyi günler nasıl yardımcı olabilirim, bu kırmızı elbiseyle bu kahverengi
ayakkabılar hiç olmuş mu, Mehmet Bey’in karısı dudaklarına silikon yaptırmış
gördünüz mü?
Sesin; daktilo şakırtıları, durmadan çalan
telefonlar, ça ne marche pas comme ça2 diyorum şekerim anlamıyor
musun, bolca kahkaha, herkesin gönlünce gülebildiği rengârenk toplantılar.
Sesin; Dolmabahçe’den Beşiktaş’a başka
birinin adımlarına basarak yapılan bir yolculuk.
Sesin; çıplak ayakla betona basılan bir
balkon ikindisi, fesleğenlere avucunu sürtüp burnuna götüren karşı komşu,
Topkapı’da batan güneş.
“Güzel olur bence de.”
Sesin; güzel bir gecenin hayali, kol kola
yürünen bir yol, şarap tadı, birbirine karışan, birbirine yakışan gülüşler…
Sesin bir tuhaf.
Şimdi de uyuyorum.
…
“Kahvemi aldım, bu sefer sesli yazayım dedim
sana…”
1 bonjour madamoiselle tu es tres belle ce
matin: günaydın hanımefendi bu sabah çok
güzelsiniz. (fra.)
2 ça ne marche pas comme ça: o iş öyle olmaz. (fra.)
-Temmuz
13, 2014. / Houston.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder