23 Eylül 2014 Salı

Hatırlanmayan Zamanlardan VIII / Gidebilmek, git diyebilmek.

Ona son kez sarıldığım, benimkiler ölçülüp biçilip de onunkiler yaratılmışçasına birbirine eş dudaklarımızın son kez buluştuğu ve aynı zamanda onu son kez gördüğüm günden tam üç yıl sonra aynı yerde yeniden karşılaştık. Teşrin sonuydu. Sabaha karşı yağmur yağmıştı. Az ilerideki su birikintisinin üzerinden atladı. Kafasını kaldırıp önüne baktığında beni gördü. Daha sokağın başından onu görmüş, yürüyüşünden tanımış, henüz fark edilmemişken geriye dönüp kaçmakla bir yarayı kanatma tutkusu arasında sıkışıp kalmış, öylece durup ona bakıyordum. Bana doğru yürümeye devam etti. Bir metre kadar uzağımda durur sonra da öylece konuşmadan durmaya devam ederiz, sonra ne yaparım, belki ne yapacağımı bilemediğimi anlamasını beklerim, diye düşünüyordum.

Bana doğru yaklaşıyordu. O yanıma gelene kadar; onbiray çiçeklerinin yaprakları arasında biriken yağmur, mor ve beyaz  damlalar halinde yere düştü. Begonvilin o tanıdık ıslak kokusuyla doldu ortalık. Sonra ben gittim. On iki tane mektup yazdım. Günlerce cevap bekledim. Cevaplar gecikince kendimi avuttum. Cevap gelmediğinde kırıldım. Bir daha hiç cevap gelmeyeceğini kabullenmeye çalıştım. Sonra bir gün bir mektup geldi. Bir daha cevap yazmayacağını belirtmişti o mektubunda. Bunu söylediği iyi olmuştu. Çünkü insan umut edecek bir şeyi illâ ki buluyor. İlk gittiğim günden yüzsekseniki gün sonra geri döndüm. Döndüğümü haber vermedim. Yaşamaya devam etmeye çalıştım. Başardım da... Çünkü insan yaşamak için de bir sebep illâ ki buluyor. Onyedi ülke dolaştım. Gittiğim her yerin şarabından içtim, balığından yedim. Çok güzel kadınları öptüm. Otobüs yahut vapur yolculuklarında bakışmaya dayalı ilişkiler yaşadım. Böyle mütevazı toplu taşıma sevdalarıyla mutlu olmaya çalıştım. Dünya iyisi insanlar tanıdım, sıra dışı hatıralar paylaştım. İki kere ölümden döndüm. İnsanın ölüm zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman öleceğini öğrendim. Otuz küsur öykü yazdım. On küsur tane de şiir... Bir köpek geçti yanımızdan. Bir karga gelip duvarın üzerine kondu. Mevsimi olduğu üzere sokağın başında lodosla oynaşıyordu yapraklar. Bir kedi sıçradığı gibi arapyaseminlerine tutunup çardağa tırmandı, yapraklarda biriken bütün su şangırtıyla yere döküldü. Etrafa arapyaseminlerinin o hafif, huzurlu kokusu yayıldı.

Yürüdü, yürüdü, hiç duraksamadan, son seferden yaklaşık bindoksanbeş gün onsekiz saat sonra gelip boynuma sarıldı. Başını göğsüme yasladı. İyon dalgaları halinde beline inen saçlarına dokundum. O ana kadar her şey üç yıl önceki gibiydi. Fakat teninin kokusunu duyduğum an arada geçen zamanın ayırdına vardım. Eskiden burnumu dayama isteğiyle dolduğum boynunun kokusu artık farklıydı. Zamanında, ona ilk kez dokunduğumda ruhumu tutup silkeleyen koku, bir genç kız kokusuydu. O anda yadırgadığım koku ise, genç kızlık hatıralarını anımsatmakla birlikte dönüşümünü tamamlamış bir kadına aitti. Neydi bu kokuyu dönüştüren? Belki ben, belki başkaları... İnsan biraz da hikâyesi gibi kokuyordu...

Nasılsın, diye fısıldadı. Elimin saçlarında olduğunu hissettirdim. Sonra gevşettim kollarımı. Bir şey sormadım. O da daha fazla zorlamadı. Gözlerini kaldırıp gitmeyi öğrettiği adamın yüzüne baktı. O gittikten sonra ben de sahip olduğumuz her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalmıştım. Zamanla her yerden, her şeyden bir süre sonra ayak diremeden gitmeye başladım. Öyle güzel öğrendim ki gitmeyi, ondan sonra hiçbir şey, ne mektup pulları, ne kıvırcık esmer kadınlar, ne baharat kokuları varlıklarına alıştıktan çok sonra bile asla sıradanlaşmadı.

Başımı belli belirsiz sallayıp, gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Bazı duygular dünyanın her yerinde, her dilinde aynı anlama gelir. Bana gitmeyi öğreten kadın, git demeyi de öğrenmiş olmamdan şaşkın, o bildiğim acele, düzgün ve beyaz adımlarıyla uzaklaştı.