22 Ağustos 2015 Cumartesi

Hatırlanmayan Zamanlardan XI / Derin Şeyler



harflerin yokluğu giderilebilir. fakat sesin olmaması telâfi edilecek bir şey değildir.


Derin Keskin o kasım akşamı işten çıktığında, işten çıkıp da soğuk ve sisli bir Ankara bulvarında dalgın dalgın yürüdüğünde, yürürken yürürken önce kaldırım basamaklarını hemen sonra da karşıya geçmeyi beklerken yeşilin yandığını, kırmızının yandığını ve sonra tekrar yeşil yandığında karşıya geçtiğini, ilk yeşil yandığında karşıya geçen insanları, o insanların içindeki Mehmet’i, Mehmet’in yolun uzun bir bölümünde onu takip ettiğini ve yine bu ismi dedesinin ismiyle aynı olan Mehmet denecek adamın ilk yeşil yandığında Derin ile beraber karşıya geçmek için yola atlayışını, sonra da kızın öylece durduğunu fark edip caddenin iki yakasını birbirine bağlayan çizgilerin arasında bocalayıp ne yapacağını şaşırışını ama sonra hemen yürümeye devam edişini, yolun karşısındaki büfede çalışan ve o sırada çöp poşetlerini caddenin kenarında duran çöp arabasına taşıyan Hanife’nin Derin’in dalgınlığını farkedip “Kim bilir ne derdi var fakirin” diye samimiyet ve şefkatle iç geçirişini, yolun karşısına geçen Mehmet’in birkaç adım sonra geriye dönüp yeniden kırmızı ışıkta, bu sefer Derin’in tam karşısında ve onun dalgınlığından faydalanıp doya doya, yüzünü sevgiyle ve şefkâtle seyredişini, yeşil yanar yanmaz da askerî usül geriye dönüp onunla yan yana yürümeye başlamasını, böyle böyle -yani Mehmet’in kendisinden parfümünün kokusunu duyabilecek kadar solunda ve bir adım gerisinde olduğu hâlde- Kızılay’dan Ulus’a kadar yürüdüklerini farketmedi. bazen olur öyle. varacağımız yere ulaştığımızda yolculukla ilgili tek bir şey kalmaz aklımızda. bu insan zihninin doğasındandır, bir de yolculuğun doğasından.


tarih, anlatma çabası, anlaşılma çabası ve gösterme çabası ile başlar.


Derin’in günü de üç yıllık ilişkileri boyunca bir kez olsun kendisini anlamayan, anlamaya da çabalamayan sevgilisi Tuna’nın “Ne demek Her şey hızla bulut oluyor, ama burası hâlâ gökyüzü değil?” diye soran mesajıyla başlamıştı. önceki gece, yelken yırtan düşüncelerinin içinde yorulup, bu cümleyi yazıvermişti Twitter’a. Tuna da okumuş, Derin’in saatlerdir mesaj atmamasını uyku harcıyla kardığı bir duvar gibi etrafına örüp şimdi de yıkılan bu duvarın altında kaldığından kandırılmışlık duygusuyla kafasında türlü senaryolar kuruyor ve kendine acı çektiriyordu. işte sonra da hızını alamadı, ama gururuna da yediremediği için aşağılık duygusunu saklayarak, senaryolarının yanından bile geçemeyeceği bir kibarlıkla o mesajı yolladı. Derin mesajı okuduğunda gözlerini yeni açmıştı. parmağını telefonun ekranının üzerinde kaydırıp alarmı susturduğunda, Tuna’dan gelen mesajı gördü ve kendini inanılmaz bitkin hissetti. yorgun uyuyabilirsiniz, fakat yorgun uyanıyorsanız ayvayı yediniz demektir.

Derin Keskin son birkaç aydır, Tuna aklına her geldiğinde zihninin ona ayırdığı bölümünde korkunç bir ağrı hissediyordu. “Her şey hızla bulut oluyor” derken, sahiden de her şeyden bahsediyordu. fakat Tuna’nın her şeyi kendi algı çerçevesine sıkıştırmasına da alışmıştı. ama Allah biliyor ya aslında her şey çok güzel başlamıştı. ancak şimdi düşündüğünde sadece flört dönemindeki tatlılıklar geliyordu aklına. ilişkilerine dair güzel şeyler, her şey gibi bulut olmuştu. tüm gün hatırlamaya çalıştı. tutunacak güzel bir anı aradı zihninde. hatırladıkça nasıl da vaktini boşa harcadığını farketti, daha da soğudu, daha da yaslandı vermesi gereken karara. bir insanı dinlemenin, sesinin tonundaki değişime, seçtiği sözcüklere, sözcüklerin anlamlarına, jestlerine, mimiklerine dikkat etmenin, yani bir bütün olarak düşünce inşaasını anlamanın varoluşun bu yüzündeki en değerli şey olduğunu düşünürdü hep. çünkü insanlar aslında bas bas bağırıyorlardı, kendilerini yırtıyorlardı anlaşılmak için. kimisi içinden, kimisi dışından…


anlamların aktığı nehirde yıkanabilmek için öncelikle soyunmanız gerekir.


Derin’in zihninin karanlığı ile havanın renginin birbirine karıştığı ve gölgelerin kaybolmaya başladığı saatlerde -Derin’in hâlâ farkında olmadığı hâlde- birlikte bulvar istikametinde yürümeye devam ediyorlardı. İstiklâl ve Adnan Saygun caddelerinin birleştiği kavşağı hızlıca adımladılar. sonra Ulus Çarşısı’nın içinden geçip Derin’in Alsancak Sokak’taki evine gittiler. yalnızca Derin içeri girdi. Mehmet’in saatlerdir Jil Sander Sun kokusunun gölgesinde bir adım gerisinden yürüdüğünü hâlâ farketmemişti.  

Derin sakin ve acelesiz adımlarla dördüncü kata çıktı. anahtarını dokuz numaralı kapının kilidine sokup üç kere çevirdi. çelik kapı şangırtıyla açıldı. pardesüsünü çıkarıp askıya astı, eldivenlerini çıkarıp ayakkabılığın üzerine bıraktı. ellerinin beyazlığına baktı önce, sonra kafasını kaldırıp boy aynasında yüzünün beyazlığına baktı bir de. kendisini ilk kez görüyor gibiydi. siyah, küt saçlarını sol elinin ilk iki parmağıyla okşadı. omuzlarındaki boşlukta, upuzun saçlarından bir tutam ayırdığı ince örgüyü gördü. gülümsedi. topuklu ayakkabılarının üzerinden yere indi. banyoya yürüdü. ilkin ince hırkasını çıkardı, sonra da ipek gömleğini eteğinin içinden… düğmelerini açtı. gömleği çıkarıp yere bıraktı. son olarak eteğinin fermuarını açtı ve kaygısızca yere düşmesine izin verdi. küvetin giderini tıpayla kapattı ve musluğu sıcak su tarafına çevirdi. su şangırtı ve buharla seramik zemine akarken gidip klozete oturdu. sırayla bacaklarını birbirinin üstüne atıp ince siyah çoraplarını çıkardı. gri, ipek iç çamaşırlarıyla kalmış hâline baktı aynada. banyo su sesiyle yankılanıyordu. çamaşır dolabına zulaladığı Parliament Night Blue paketinden bir sigara çekip yaktı. bir nefes alıp dudaklarının kenarına sıkıştırdı sigarayı. saçlarını topladı. önce sol profilden baktı kendine, sonra da sağ. sigaradan bir nefes daha çekti. aynaya üfledi. “Derin’ciğim selam canım! N’aber görüşmeyeli? İyisin iyi. Ortalığın amına koyucaz kızım!” dedi. incecik gülümsedi. aynadaki kız gülümsemesini ilk kez görüyormuş gibiydi.


Derin’in dairesinin bulunduğu Ayazoğlu Apartmanı’nın karşısındaki altmış yıllık çınar ağacının altında, hayatında ilk kez gördüğü Derin’in hafızasına bıraktığı kokuyla bir süre bekledi Mehmet. Derin apartmana girdikten bir süre sonra soldaki dairelerden birinin ışığı yandı. dördüncü kat. apartman kapısına gidip zillerde yazan isimlere baktı tek tek. dokuz numarada Derin Keskin yazıyordu, on numarada ise Melis Doğrulmaz. kapıdaki buğuyu silip içeri baktı. soldaki dairede bir yazıyordu. “Derin…” diye mırıldandı. gözlerini kaldırıp zayıfça bir ışığın dışarı sızdığı daireye baktı yeniden. rüzgârın perdeye vuruşu gibi bir ses duyuldu. akşamüzeri Güvenpark’ta görmüştü genç kadını. öylece Mehmet’e bakıyordu. gözlerini hiç ayırmadan, bir şey söylemek ister gibi bakıyordu. anlatacak neyi varsa anlatmak ister gibi bakıyordu. bilmediği her şeyin cevabını bulmuş gibi bakıyordu. Mehmet’i çoktan beri tanıyormuş gibi bakıyordu. ve baktığı yerde olandan fazlasını görüyormuş gibi, yahut hiçbir şey görmüyormuş gibi bakıyordu. en derinine bakıyordu Mehmet’in. o bakışlar aklına gelince kendini çırılçıplak hissetti Mehmet, tıpkı o ilk andaki gibi. bir günü daha olsun isterdi Ankara’da. ama yoktu. neyse ki kader, ta en başından beri, başka bir yola doğru ilerliyordu. birkaç mevsim sonra, Derin, bir Nişantaşı ikindisi Vali Konağı Caddesi’nden Amerikan Hastanesi’ne doğru yürürken karşı apartmanlardan birine giren Mehmet’i görecek. hemen tanıyacaktı. tanıdığına yemin edecekti. ama asla hatırlayamayacaktı nereden tanıdığını. neden bu kadar tanıdık hissettiğini anlayamayacaktı. çünkü anlamak için sahiden de önce soyunmak gerekti. gri, ipek çamaşırlar Derin’in teninden akıp yere düştü. bir cam bilye, başka bir bilyeye vurmuş gibi bir ses duyuldu.

ağustos, 2015. / Bodrum.