Onu
ilk kez tanıdığımdan çok uzun zaman sonra bile bir kez olsun hayalimdeki adam
olduğunu düşünmedim. Aslına bakarsan hayalimdeki adam diye de bir şey yoktu. Doğru
düzgün bir adam tanımadığımdanmış herhalde. İlk başlarda her hareketi yapmacık
geliyordu. Yok yere mükemmel olmaya çalıştığını, kendini kastığını sanıyordum. İlk
günden son günümüze kadar neredeyse hiçbir buluşmamıza gecikmedi. Olduysa bile
bir iki dakika… Onlarda da beni gülümsetecek bir bahanesi vardı hep. Bugün papatya
mı yoksa gül mü alsa elbiseme yakışırdı acaba, karar verememişti. Hem
saçmaladığını düşünüyor hem de gülüyordum. Bu kadar planlı yaşamasına da uyuz
oluyordum. Ona sorsan yaşadığı, spontane hayat tarzının kralıydı; “Allah’a
şükür bütün işlerim rast gidiyor o kadar”dı. Fazla romantikti. Bakınca rahatsız
etmiyordu aslında, yapmacık da değildi. Zaten romantizmi hayatına iyice
yedirmişti, o sıralar olduğu haliyle doğmuştu sanki.
İlk sevgili
olduğumuz gün. Vapurdaydık. Haldun Taner’den dönüyorduk. Flört döneminde çok
dolu yaşadık. Haftada iki ya da üç günü birlikte geçiriyorduk. Benimle ilgilenmesi
hoşuma gittiği için değil sadece, birlikte çok eğleniyorduk, çok gülüyorduk. Saatlerce
her şeyden konuşup hiç sıkılmıyorduk. Beni pür dikkat dinlerdi. Hiçbir dediğimi
unutmaz, sonra başka zaman, başka konularda, satır aralarında falan söylediklerime
atıfta bulunurdu. Karşısındakini etkilemeyi iyi becerirdi yani. Neyse işte o
gün, her zamanki gibi tiyatrodan çıkmış, bir Moda turu atmıştık. Hemen her
seferinde benim eski evimin olduğu sokaktan geçer, Kemal’in Yeri’nde birer çay
içer, son Beşiktaş vapuruyla da geri dönerdik. O gün hafif rüzgar vardı Boğaz’da.
Yine de benim dışarıda oturma isteğimi kırmamıştı. En baş taraftaki sıraya
oturduk. Bizden başka bir çift daha vardı üst güvertede. Küpeşteye doğru
yürüdü. Sonra bana dönüp, “ne bu Kadıköy-Beşiktaş vapurunun güvertesinde
salınan nazlı rüzgarın, ne de martıların, bizi el ele görmeden içi rahat
etmeyecek bu sokakların” dedi ve elini uzattı. Böyle romantik hikâyelerle dalga
geçtiğim yılların ardından bu duruma düşmek komik gelmişti. Güldüm.
Kahkaha attım. Sonra, o an benim için de bir şeylerin değişiyor olduğunun içime
düşürdüğü esintiyle kalkıp yanına yürüdüm, elini tuttum. Beni kendine doğru
çekti, sarıldık. O sırada bizi izleyen çiftten bir alkış koptu. Mutlulukla kıkırdayıp
kulağına, hangi kitaptan bu sözler, diye fısıldadım. Yine kulağıma, Yusuf
Atılgan’ın Aylak Adam’ından, diye cevapladı. Yusuf Atılgan, ben okuldayken bir dönem
proje ödevim olmuştu. Aylak Adam’ın her satırını biliyordum. Böyle bir şey geçmiyordu kitapta.
Anlatabiliyor muyum Mehmet’in nasıl bir adam olduğunu?
Sonra
sevgili olduk. Zamanla farkında olmadan değiştim. Dürüst davranmam gerekirse
kendimi buldum. Sadece insanlarla değil, hayatla da arama ördüğüm duvarları
yıkmama yardım etti. Kendimi tanımamı sağladı. Yıktığımız duvarların yerine
yollar yaptık birlikte. Hep bir yolunu bulurdu, bana da öğretti. Küçük şeylerden
bahsederdi sık sık. Olayların arasındaki incelikleri öyle iyi çözümlerdi ki bazen
ikiyüz yaşında falan olduğunu düşünürdüm. O da değişti biraz. Baştaki uyumluluğunu
seyreltti. İtiraz etmeye, uyuz etmeye, zaman zaman kavga çıkarmaya başladı. Eğer
değişmesiydi böylesine aşık olmazdım herhalde. Çünkü insan rahatça sevebilmek
için karşısındakinin de hata yaptığını görmek istiyor.
Sonra
rüya gibi bir yıl geçirdik. Şimdi düşünüyorum da gerçekten bir anı dahi boş
yaşamamışız. Her anımız ayrı bir hikaye. İlk kez birlikte olduğumuzdaki o
heyecan, o güzellik, o saflık. İlk kez biriyle sevişiyormuşum gibi
hissetmiştim. Sonra yan yana uzanıp sırtımı onun göğsüne dayadığımda kulağıma
uzanıp bir şiir okumuştu: “kuşlar ile bulutlar / ve kırmızı bir uçurtma / nasıl
yakıştıysa gökyüzüne / sesim de sesine, / sessizliğim sessizliğine / öyle
yakıştı.” Yıllarca yaptığım her şeyi hep sorguladım. Hiçbir zaman doğru bir şey
yaptığımdan emin olamadım. Hep o rahatsızlıkla yaşadım. Ama o gün ilk defa
bütün tereddütlerimden arınmış, huzurla uykuya daldım.
Bir sabah
geldiğinde çok kötü durumdaydı. Sağanak yağmur vardı o gece. Islanmayan tek bir
yeri kalmamıştı. Anahtarın kilitte döndüğünü duyduğumda yataktan fırladım,
henüz uyumamıştım. Mehmet’i kapıda gördüğümde neredeyse bayılacak haldeydi. Çok
zor nefes alıp veriyordu. Onu öyle görünce donup kalmışım. “Çok ıslandım” dedi,
soluk alıp verişlerinin arasından. O konuşunca kendime geldim. Koluna girdim
birlikte yatak odasına geçtik. Gömleğini çıkardım önce, sonra pantolonunu. Bir an
tereddüt ettim ama sonra kalan ne varsa soydum. Bir havlu getirip saçlarını
kuruladım. Yatağa uzandı. İçeri gidip duşu hazırlamak için kalkacak oldum,
bileğimden yakaladı. “Gitme” dedi. Yanına uzandım. Başını göğüslerimin üzerine
koydu. Korkuyordum. Ne olduğunu merak ediyordum ama korkuyordum. Onu ilk kez bu
halde görüyordum ve alışık olduğum durum onun bu hale düşmeyecek bir adam
oluşuydu.
Nefesini
düzene sokması neredeyse bir saat sürdü. Sonunda göğsümün üzerinde çarpan
ikinci kalp, saat ritmini bulduğunda uyuyakaldığını düşünüp biraz rahatladım. Yine
de neler olup bittiğini düşünmeden edemedim. Bir yarım saat boyunca karşıda
duran boy aynasından yansımamızı seyrettim. Bunu nasıl atlatacağız diye
düşünüyordum. “Göğüslerinin arasında arapyaseminleriyle dolu bir vadi var”
dedi. Sanırım bir yolunu bulmuştu.
Bir
hafta sonra ailemle tanıştı. Öylesine rahattı ki, sanki uzaktaki
oğulları gelmiş gibiydi. Tek kusuru en olmadık zamanda gitmesi oldu. Bir hafta sonraydı, o gün babam onu
balığa gitmek için bekliyordu. Akşam yemeğini bizde yiyecektik. Fakat gelmedi.
İşte
Mehmet ılık bir karayel gibi hayatımdan gittiğinden beri, yine bir yolunu bulup
geri dönmesini bekliyorum. Beni buna alıştırmasının bir sebebi vardı muhakkak,
olmasa yapmazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder