“Günaydın.”
“Günaydın.”
“Nasıl rahat
uyuyabildin mi?”
“Hem nasıl!
Kalkmak istemedim yataktan.” Yalan
söylüyorum, yine. Seninki de soru, nasıl rahat uyuyabilirim ki, birlikte
uyumadık.
---
Yumurtayı nasıl
istersin, diye sordun. Omlet olsun, dedim. Muzırca gülümsedin. Daha önce hiç
omlet yapmadığına şaşırmadım. Böyleyim ben, hiçbir şeye şaşırmam. Benimkisi
gibi bir hayatta her şey olabilir. “Tamam öyleyse, mutfakta harikalar
yaratacağım dakikalara hazır mısın?” dedim. Gülümsedin. Sürekli yüzünde olan
bir şey gülümseme, ama o kadar canlı ki her seferinde söyleme ihtiyacı
duyuyorum. Bak yine. .
Ben yumurtaları
çırptım, sen kaşarları rendeledin. “Neden omlet istedin, ne güzel sen
isteyecektin ben yapacaktım, of!” Ben ömrümde böyle tatlı sitem görmedim.
Rendelediğin kaşarlara bakıp, “Bunlar böyle uzun uzun çok güzel olmadılar mı?”
diye sordun. “Şahaneler!” Sık kullanırım bu lafı, kullanmamı seversin. Ne zaman
bir ‘şahane’ kopsa dudaklarımdan, aramızdaki gizli anlaşmaya sadık kalarak güleriz.
Sonra uzun bir
kahvaltı yaptık. Omleti çok beğenmişsin. İtalya’yı anlattın biraz. Hiç
alışamadığın İtalyan kahvaltılarından bahsettin. “Fakirler!” dedin gülerek.
Güldüm. Birlikte güldük. Senin gülümsemenle birlikte büyüdü gülümsemem.
Kahvaltıdan sonra
bulaşıkları mutfağa taşıdık, hemen yıkamaya başladın. Ben de mutfağın kapısında
sağ omzuma doğru yaslanıp seni izledim. Az önce yaptığımız neşeli –öğünler için
lezzet kelimesi kullanılır biliyorum ama, kahvaltı için lezzetli dersem,
dudakların için hangi kelimeyi kullanacağım- kahvaltının bulaşıklarını sıyırdın
tabaktan. Bir şarkı çalmıştı da aynı anda hoplayıp sevinmiştik, eski
45’liklerden bir tane. Ne tatlı şarkı, demiştim. Capcanlı, dipdiri bir “Evet!”
kopmuştu dudaklarından, “Bu şarkıyı tanımlayacak en doğru kelime: tatlı.” Sonra
şarkı bitene dek gülümsemiştik. Tek bir gülümsemeyi paylaşmıştık. Tek bir
ağızda, tek bir gülümsemeydik. Tepeden tırnağa ikiz ve çıplak bir gülümseme.
Sonra bir salatalık atmıştın ağzına. İşte az önce salatalık tabağından sıyırdığın;
o gülümsemeydi. Keşke kalsaydı biraz daha, ben gittikten sonra yıkasaydın
bulaşıkları.
Böyle bakmaya
devam edecek misin, dedin. Omlet tabağını sıyırdın. Bardakları boşalttın.
Gülümsedin. Eğilip yere düşen peynir parçasını aldın. Attın. “Hadi bu domates
kalmaz böyle” dedin. İstemedim. Zorla ağzıma tıktın. Gülümsedin. Arkanı döndün.
Saçların savruldu. Su kaynattın. Tavaya boşalttın. Tabakları yıkadın.
Duruladın. Bardakları zaten yıkamıştın. Bana dönüp, “Hadi bakıp durma, içeri
git televizyon izle sen” dedin. Cevap vermedim. Gülümsedim. Tavayı sürttün.
Duruladın. Bana baktın. Sana bakıyordum. Ne kadar güzel diyordum. Zarafet
diyordum. Saçları yumuşacıktı diyordum. O ara sen tezgâhı siliyordun. Ardından
ellerini yıkadın. Kuruladın. “Bak ne çabuk hallettim, değil mi?” dedin.
Gülümsedin.
“N’olursun bakma
öyle artık, hadi git.”
“Gidemem. Bakmayı
da bırakamam. Sus diyeceksin şimdi ama susamam. Her şey böyle güzel olmaya
hazırken korkamam. Korkamayız. . Öyle bir araf ki bu; ne sarılıp
kucaklayabiliyorum seni, ne de bırakıp gidebiliyorum. Kokunu hiç unutmadım.
Sarılışını da.. Sadece öpüşünü hatırlamaya çalışıyorum bazen, olmuyor. Dilimin
diline değdiği an, tatların birbirine karışıp lezzete dönüşmesini yeniden
yaşamak istiyorum. N’olur hatırlat bana, bir daha da unutmama izin verme”
diyemedim. Dolayısıyla sen de boynuma atlamadın.
“Ben dilinin
dilime, dudaklarıma dokunuşunu hiç unutmadım. Bir daha unutursan çok fena olur”
demedin. Öpüşmedik. Tüm o boşaltıp temizlediğin mutfak tezgâhının da boynu
bükük kaldı.
Salona gittim.
Eşyalarımı topladım. Ben artık gideyim, dedim.
Sarıldık. “Yolu
bulabilirsin, değil mi?”
Başımı eğdim.
Gülümsedin.
“Hoşça kal.”
“Yine gel.” Gülümsedin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder