Yazın
son günleri gibi -özledim dediğinde kapında bittiğim, sonra o tepede, arabanın
içinde kulağınla dinleyip kalbimi bulduğun, kalbimden öptüğün ve utandığım için
fazlasını söyleyemeyeceğim gecenin, seni tadını unutma diye uzun uzun öptüğüm o
gecenin, yalnızca ay ışığıyla aydınlanan o koyda, Samim olan adını sevmediğin ama üzerinden hiç inmek istemediğin
lacivert kotranın güvertesinden, üzerimizdeki her şeyi çıkarıp suya atladığımız gecenin, dans
etmekten yorgun eve geldiğimiz ve koltukta kucağıma kıvrılıp “Söylemeye
söylemeye unutacaksın beni sevdiğini” diye fısıldadığın ve uyuyakaldığın
gecenin, Duman konserine gittiğimiz, imza almak için kulise girmemize izin
vermeyen görevlilerle tartıştığım, moraran yanağımı öpe öpe iyileştirdiğin gecenin,
birlikte rakı içeceğiz diye tutturduğun ve balıktan zehirlendiğin için sabaha
kadar acil serviste kaldığımız gecenin, çimlere uzanmış, başın karnımda
yatarken birden, “Hadi yuvarlanalım!” dediğin ve bayır aşağı yuvarlanırken
duramadığım için gövdemi ağaca çarptığım bir Antik Kent akşamüstüsünün, yağmur
yağarken denize girdiğimiz bir yaz sonu akşamüstüsünün, hiç canım istemiyorken
bana çiçekleri sulatmanın acısını, olayı su savaşına çevirerek sana,
çimlerin üzerinde sırılsıklam savaşarak –sesli harfleri değiştirebiliriz de
aslında- ödettiğim bir Pazar ikindisinin, nü yağlı boya resmimi yapmaya
kalkıştığın bir atölye öğleninin, ortalığı toplayacağız diye girdiğimiz ama o
eski, yeşil, kadife döşemeli, tekli koltukta birlikte uyuyakaldığımız başka bir
atölye öğleninin, bana yalancı mantı yaptığın, senden gizli tüm tabağı Soket’in
kabına döktüğüm bir mutfak öğleninin, kendini kötü hissettiğin için iki gün hiç
çıkmadığımız ve sürekli parmaklarımla karnını ovduğum bir hastalık sabahının
(öğlesinin? akşamının? gecesinin?), çamdan düşen kozalakları cephane olarak kullandığımız bir savaşın ortasında kafamı yardığın, sonra da “E madem sevgiliyiz, ağzına sıçmam şart” diye tatlı tatlı kendini savunduğun bir
bahçe sabahının, her gün sırayla sulamaya yemin ettiğimiz, fakat ilk kimin
sulayacağı konusunda anlaşamadığımız için bir hafta içinde kuruyacak olan erik
fidanını diktiğimiz başka bir bahçe sabahının, komşularla kıra pikniğe
gittiğimiz, “Ee ne kadardır birliktesiniz?” diye sorduklarında kıpkırmızı
kesildiğimiz bir kır sabahının, simitçinin son simidi için kavga ettiğimiz bir
sahil sabahının, adını öğrendiğim bir bakkal sabahının, seni ilk kez gördüğüm
bir koşu sabahının olduğu bir yazın son günleri gibi- bakmıştı yüzüme, “Beni
unutma,” demişti, “Sevme ama unutma da…”
-Bodrum. / ekim 25, 2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder