26 Ekim 2013 Cumartesi

Yaz Sonu

Yazın son günleri gibi -özledim dediğinde kapında bittiğim, sonra o tepede, arabanın içinde kulağınla dinleyip kalbimi bulduğun, kalbimden öptüğün ve utandığım için fazlasını söyleyemeyeceğim gecenin, seni tadını unutma diye uzun uzun öptüğüm o gecenin, yalnızca ay ışığıyla aydınlanan o koyda, Samim olan adını sevmediğin ama üzerinden hiç inmek istemediğin lacivert kotranın güvertesinden, üzerimizdeki her şeyi çıkarıp suya atladığımız gecenin, dans etmekten yorgun eve geldiğimiz ve koltukta kucağıma kıvrılıp “Söylemeye söylemeye unutacaksın beni sevdiğini” diye fısıldadığın ve uyuyakaldığın gecenin, Duman konserine gittiğimiz, imza almak için kulise girmemize izin vermeyen görevlilerle tartıştığım, moraran yanağımı öpe öpe iyileştirdiğin gecenin, birlikte rakı içeceğiz diye tutturduğun ve balıktan zehirlendiğin için sabaha kadar acil serviste kaldığımız gecenin, çimlere uzanmış, başın karnımda yatarken birden, “Hadi yuvarlanalım!” dediğin ve bayır aşağı yuvarlanırken duramadığım için gövdemi ağaca çarptığım bir Antik Kent akşamüstüsünün, yağmur yağarken denize girdiğimiz bir yaz sonu akşamüstüsünün, hiç canım istemiyorken bana çiçekleri sulatmanın acısını, olayı su savaşına çevirerek sana, çimlerin üzerinde sırılsıklam savaşarak –sesli harfleri değiştirebiliriz de aslında- ödettiğim bir Pazar ikindisinin, nü yağlı boya resmimi yapmaya kalkıştığın bir atölye öğleninin, ortalığı toplayacağız diye girdiğimiz ama o eski, yeşil, kadife döşemeli, tekli koltukta birlikte uyuyakaldığımız başka bir atölye öğleninin, bana yalancı mantı yaptığın, senden gizli tüm tabağı Soket’in kabına döktüğüm bir mutfak öğleninin, kendini kötü hissettiğin için iki gün hiç çıkmadığımız ve sürekli parmaklarımla karnını ovduğum bir hastalık sabahının (öğlesinin? akşamının? gecesinin?), çamdan düşen kozalakları cephane olarak kullandığımız bir savaşın ortasında kafamı yardığın, sonra da “E madem sevgiliyiz, ağzına sıçmam şart” diye tatlı tatlı kendini savunduğun bir bahçe sabahının, her gün sırayla sulamaya yemin ettiğimiz, fakat ilk kimin sulayacağı konusunda anlaşamadığımız için bir hafta içinde kuruyacak olan erik fidanını diktiğimiz başka bir bahçe sabahının, komşularla kıra pikniğe gittiğimiz, “Ee ne kadardır birliktesiniz?” diye sorduklarında kıpkırmızı kesildiğimiz bir kır sabahının, simitçinin son simidi için kavga ettiğimiz bir sahil sabahının, adını öğrendiğim bir bakkal sabahının, seni ilk kez gördüğüm bir koşu sabahının olduğu bir yazın son günleri gibi- bakmıştı yüzüme, “Beni unutma,” demişti, “Sevme ama unutma da…”
-Bodrum. / ekim 25, 2013.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder