İkinci sayıda ayracına göz atacağımız kitap; Çocukluğun
Soğuk Geceleri. Kimi okurlar sevdikleri yazarların tüm kitaplarını okumayı
alışkanlık hâline getirirler. Tüm kitaplar bittikten sonra, eğer yazarın yeni
bir kitap yayımlama imkânı yoksa, yani bu sayıdaki kitabımızın yazarı Tezer
Özlü gibi soğuk ’86 yılının bir kış günü çocukluğundan çok uzakta bir
şehirdeyken bizi bırakıp gitmişse mesela, insanın içini derin bir hüzün kaplar.
Tezer Özlü için birçokları gibi ben de saf bir bencillikle ‘keşke daha uzun
yaşasaydı, daha çok okuyabilseydik’ diye düşünüyorum. Ancak yazdıklarının
neredeyse tamamı kendi yaşamından kesitler, düşüncelerinin yahut hayallerinin
devamı olan bir insan söz konusuysa eğer ve her okuduğunuzda aklınızda,
içinizde bir yerde hüzün sancıları duyumsuyorsanız, 'bırakalım rahat uyusun' da demek istiyor insan.
Tezer Özlü; kısa yaşamında –ki asla yeterince uzun
olmayacak- insanlığa sunduğu, benzer ve zıt duyguları, saflığı, derinliği ve
gerçekliği birlikte barındıran anlatımıyla kendisi için sonsuzluğu yakalamış
bir yazar.
Kendi adıma da… Sıklıkla cümleye ‘ve’ bağlacıyla başlaması ve cümleyi
yüklemsiz bitirmesi gerekliliği duygusunu onunla paylaşıyorum. Çünkü hep ‘daha
önce’si vardır ve her zaman ‘son’ olmayabilir…
---
Notlar:
s. 7. - “Şimdi taşrada değiliz. Geniş
tahta evler arasındaki meyve bahçeleri sessiz kasabalarda kaldı. Ve sessiz
kasabalar da 50’lili yıllarda.”
s. 14. - “Bunni eski giysileri çok seviyor.
Hiç yeni giymiyor. Altmış yıl süresince önemli günlerde bohçadan çıkarıp
giydiği bir yeşil ipekli giysisi var. Gözleri gri mavi. Yüzü bumburuşuk. Yetmiş
yıldır hiçbir erkekle yatmadı. Yaşamayı seviyor. En çok kendi cenaze törenini
merak ediyor.”
s. 15. - “Ailemizde bir gelenek var. Ölülerimizi
gömdükten sonra, mezarlarını yaptırmıyoruz. Hiçbirimiz de mezarlığa
uğramıyoruz. Ölüm kesin bir sınır olmadığı için mi?”
s. 24. - “Hiç düşündünüz mü? Ölen bir
insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? Ölen bir okula gidebilir
misiniz? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü. O yılları bize
öldürecek biçimde yaşattılar.”
s. 25. - “Bu denli çözümsüz, dış olgulara
bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük bir mutluluk. O esir. Her gün
yaşlanmaya, her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir. Her gün
gelişen, her gün büyüyen, tüm çağlara varan bir bağımsızlığın, nesnelere
dayanmayan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varamayacak. Anadili bile gelişmemiş.
Düşünceleri, insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil.”
s. 33. - “Yazmak istiyorum. Ama her zaman
yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. Caddelere çıkmak, doymak
bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek,
doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. Kısacık anlarda
çeşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık
içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu? Bilmiyorum. Bir an, zamanları,
olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi
Akdeniz’i, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı
gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu.”
s. 40. - “Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı
bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden
algılamakla bile geçebilir.”
“Anlatamayacağım.
Bu insanlar “Guguk Kuşu” filmini de, bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni
sonbahar giysilerini de aynı gözle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?”
s. 57. - “Onunla birlikte hiçbir şeyim
ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor.”
s. 60. - “… yeniden sevmek istiyorum. Masmavi
gözleri var. Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim,
sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.”
---
Bodrum. / aralık 29, 2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder